1 Aralık 2010 Çarşamba

Muhalefet Cazibesi

Birkaç saattir bir düşünürün görüşlerini okumakla geçiyor vaktim. Onu kendi fikrimle yorumlayabilmem için o birkaç saatin yetmeyeceğini (yetmemesi gerektiğini) bildiğimden, adından da bahsetme gereği duymuyor ve bir şeyler okurken aklımızdan çıkarmamamız gerektiğini fark ettiğim şeye getiriyorum konuyu.

Bir konu hakkında görüşlerini açıklayan bir kimsenin, doğru şeyler söylüyor olması ve hatta doğru saptamalar yapıyor dahi olması, bizi, onun takipçisi kılmamalı. Diğer bir deyişle, çok doğru konuşuyor, söylüyor ve karşı çıkamıyoruz diye O’ncu olmamalıyız. O kişiye bize düşün alanında bulunduğu katkıdan dolayı duyduğumuz minnet, söz konusu saptamaların bizim hayatımızda ve onun hayatında farklı yönelimlere yol açabileceği gerçeğini değiştirmiyor. Çünkü üç beş güzel sözüne ve düşünce yazılarını derlediği güzel kitaplarına aldandığımız kimi yazarlar, fikirlerimizde yaptıkları oynamalarla estetik zevkimizi şekillendirirken, ilerleyen senelerde en rahatsızlık duyduğumuz ve insanlığın temel problemlerinden biri saydığımız şeylerin öncüsü oluveriyorlar. Nasıl mesela?

Dayağın eğitim sisteminin bir parçası olamayacağını söyleyen bir müdür, varsayalım ki, bize ilk kez böyle bir şeyi düşündürmüş olsun ve ona hak verelim. “Dayak, öğrencilere kimi hatalarından ötürü ‘çeki düzen’ verelim derken, hafızalarında kötü anılar bırakan ve ilerde büyük suçlara yahut suskunluklara neden olabilecek bir harekettir.” diyen ve bunun dışında pek çok doğru sözü olan müdüre, ısrarla sormamız gereken, bunun yerine koymak istediği şeyin ne olduğudur. Bunu istiyor olmasının bile ötesinde önemli olan, ne üzerine çalıştığı ve öne sürdüğü şeylerin, yaptıklarının, yapmadıklarının ileride kimin ekmeğine yağ süreceği(sürdüğü), hangi çevrelere zarar verdiğidir.

Bu ara bir dizide de olması sebebiyle taze düşündüğümüz bir fikir diye geliyor aklıma belki ama, diyelim ki gece geç saatlerde dışarıda yalnız olan bir bayanın-ki yanında erkek bulunmadıkça da durum pek farklı olmayacaktır, yalnızca caydırıcıdır belki- başına gelebileceklerden çok üzülerek bahseden bir baba, yahut bir yetkili mercii, başta her ne kadar bizimle aynı rahatsızlığı duyuyor gibi görünse de, sıra bu problemin önüne geçmeye gelince, bizden apayrı bir duruş sergiliyor olabilir. Burada bizim için belirleyici olması gereken, bizim gibi düşünüp düşünmediği değil, hangisinin insanlığı bir adım öteye taşıyabileceği, bu sorunu ortadan kaldırabileceğidir. Diyelim ki bu zat, kendi çevresinde alacağı kimi tedbirlerle bu hadisenin gerçekleşmesini engelleyebilir. Genç kızlarımızın eve gelme saati en geç 22:00 olarak belirlenebilir mesela. Ama bu hala, bu tedbiri alan genç kızlarımızın bir gün ola ki eve daha geç geleceğinde karşılaşabileceklerini değiştirmez. Diğer bir deyişle, soruna çözüm getirilmemiş ve insanlığı daha yükseğe taşıma derdi olmayıp gününü kotarmaya çalışan bu zat, ömrünün bunu düşünmek için harcadığı vaktini boşa geçirdiği yetmiyor gibi, bu tedbiri almayanların başına gelenleri de, meşrulaştırmıştır. İnsan hakları denen şeye el sürmekten ise, olanca uzaktır.

Daha geniş çaplı bakarsak çağrışan ise şudur: Muhalif yazarlık pek moda olagelmiş ve pek tutmuştur, malum. Kaldı ki, yazarlık denen şey, dilerim pek çoğumuz için hala muhalif olmayı gerektiriyordur, zira iktidar denen şey kendi politikalarını zaten eylemsel olarak gerçekleştiriyordur. Tecavüzcü ve taciz edilen örneğiyle dahi bakabiliriz buna, -daha kapsamlı yaklaşmak serbest-. Taciz edilen kimselerin söylediklerine muhalif olmak, sizce ne denli hoş görülebilir? Bunu hoş görmeye ne denli aşina değilsek, tecavüze sonuna kadar karşı çıkıp, bize eve hapsolmayı salık veren yazarlara da hoş görü ile yaklaşmaya, hele hele bunun adını düşünce özgürlüğü koyup, ‘herkes dilediği gibi düşünüp görüşünü açıklama hakkına sahiptir’ diyip eleştirilebilirlikten uzaklaştırmaya da o denli yabancı kalmalı, yetmedi, karşı durmalıyız.

Temel belirleyenimiz ise ne olmalı ve neden bundan yanayım?

Bence temel belirleyenimiz,-bence demiş olmam eleştirilemeyeceğim ve yanlışın alâsı olmadığım anlamına gelmez-, gerek çağımız insanlarının, gerekse bizden sonra yaşayacak olanların şu an içinde bulunduğumuz halden daha refah olmaları, yetmedi, “İnsanlar yüzyıllarca bunu aşmaya çalışmışlar yahu, nasıl da kullanılmış, etraflıca düşünememişler.” diyebilecek kudrete-akla- nasıl erişebilecekleridir. Yani, özgürlüklerimize bireysel değil, toplumsal yaklaşıyor olmamızdır.

Neden bundan yanayım’a gelince, tarihin genel ilerleyişine bakarak olsun, tanık olduğum pek çok hayatı karşılaştırarak vardıklarım olsun, bilmesem de, daha kaç senelik tecrübem olsa da, inanıyorum ki insanlık yavaş yavaş da olsa bir gün, ‘muhalif yazar’lara aldanmadıkça ve akılcılığı esas aldıkça, daha az insanın heder olduğu, ve daha çoğunun çalıştığı ve okuduğu yetmiyor gibi yaşamaya da vakit bulduğu günlere erişecek. (Böyle başka bir dünyanın var oluşundan ve olmayışından daha önemlisi, başka bir dünyanın olabileceğine inancımızın yitmesi veya yitmemesidir. Çünkü bize o dünyanın kapısını aralama fikrini verecek olan, kapının arkasında mükemmellik değilse bile güzellikler olduğuna duyduğumuz inançtır.)

İşte ben dâhil rasyonel doğrularla yaşam sürmeye ve sürdürmeye çalışan hepimiz, o büyük ve aydınlık günler geldiğinde, yukarılardan bir yerden gülümsüyor olmayacağız, çünkü o insanlar, bizim oralarda bir yerlerde olmadığımızı bilecekler.

Sevgiler, selamlar…

Ilgıt Teyhani
01.12.10

3 Kasım 2010 Çarşamba

Biz Başka Dünya İsteriz

Birkaç gündür Onat Kutlar’ın dizeleri geçiyor aklımdan. Dizelerinde anlattıkları sonra, “Düşünüyorum nasıl budandık bahara ulaşmak için / Şimdi sessiz duruyoruz kıyısında bir düşüncenin / unutmamak için çünkü unutuşun kolay ülkesindeyiz / … / Durmadan düşünüyorum ne kadar çok öldük, yaşamak için”deki gizli özne, biz... İnsan evlâdı olduğunu bir an olsun aklından çıkarmamış, insana yaraşır bir yaşam düşlerken, düşlemekle de kalmazken, hayvanlaşamamış (köpekleşememiş, koyunlaşamamış, kurtlaşamamış, pençelerini çıkaramamış, kükrememiş ama sesini gürleştirmesini de bilmiş) biz, sen, ben…

Dönüp de bize ‘eşref-i mahlûkat’ hani şu, ‘yaratılmışların en şereflisi’ diyenlerin layık gördükleri yaşamı düşünüyorum. Okul mudur eğitimi veren aile mi, çok gezen mi çok bilir çok okuyan mı, sanat sanat için midir, toplum için mi’ye-ki cevabı belli de olsa bu nispeten iyi bir konudur-, ve daha nicesine kafa yormaya son verebildiğimiz yerde ‘İnsan mı devlet içindir, devlet mi insan için?’i düşünmeden göçüp gitmemeliydik, gitmiyorum hiçbir yere...

Eşref-i mahlûkatsan hadi ikna et beni insanın devlet için olduğuna, insanlığıma el sürmeden, toprağının çamurunu üzerime bulaştırmadan. Neye itaat etmem gerektiğini seçme hakkım olmadığına ikna et beni. Beş yılda bir sandığa gidip gerisine karışmamayı, ‘n’eylerse güzel eyler’ demeyi öğret bana. Mendil satan mahsun çocuklardan mendil alırsam onları nasıl sen ben gibi tahsilli iş güç sahibi yapabileceğimi, ya da herkesin okumak zorunda mı olduğunu canım... Bilmem kaç kaça kısa mesaj atınca yolladığım 5 tl’nin nasıl olup da eğitim ve sağlık hizmetinden yararlanamamış binlerce kardeşimizi hayata döndürebileceğini anlat bana. 'Baba beni okula gönder' diyen kızlarımızın babaları onları okula göndermekle de kalmayıp, ne zorlukla karşılaşırsa karşılaşsın arkasında duracak mı, yoksa kendisine dayatılan ahlak 'elçiliğini'(zeval olmaz ya hani...) sürdürmeye devam mı edecek, göster bana. Yurdumun en nadide yerlerine barajlar termik santraller yapılır, ona buna yaptırılırken, her sene ciddi oranda artan faturalarımın sebebini kavrat bana. Senelerce atama bekleyen binlerce eğitim fakültesi mezunumuzdan onlarcasının -daha senin benim yaşımızdaki gençlerin- intiharlarını unuttur bana. Evinin tepesine ayda binlerce Türk lirası karşılığı baz istasyonu diktiren teyzenin üç ay içinde kanser olan oğlunun ve altı ay içinde kansere yakalanan beş komşusunun kaderinin ‘takdir-î İlahi’ olduğuna inandır beni.

İnandır da, sen de kurtul, ben de kurtulayım...

Çünkü biliyorum, bu dünyada hesabı görülürse bunların, başka bir dünyaya ne senin, ne de benim ihtiyacımız kalacak…

Sevgiler, selamlar...

Ilgıt Teyhani
03.11.10

29 Eylül 2010 Çarşamba

Dedikodu 5

Hatırlarsınız belki bu arabayı. Haberlerde ilk görüşünüz çocukluğunuza denk gelmiştir, çarpılmış, korkmuşsunuzdur da belki insan hayatının, bir kontak çevirişine bu denli bağlı olabilmesinden... En doğal hakkınızın, yaşamınızın, elinizden alınabilmesinden.

"Demokratik bir toplum için en büyük tehlike, yolsuzluklara, karanlık olaylara ve haksızlıklara karşı, kamuoyunun duyarlılığını yitirmesidir."

Uğur Mumcu


Suikastının ardından çekilen bir belgeselde rastladım bu sözlerine, kendiyle beraber 60 gazetecinin failini meçhul bırakmış bir ülkenin okur-yazar evlâtları olarak bir üzerinden geçelim dedim.

Kimi sorular üşüştü aklıma;

- Namus nedir? dense bir gün, (varsa) çalıp çıptıkların, (varsa) sırtını sıvazlattıkların, varsa doğruluğun, dürüstlüğün gelir mi aklına?

- Allah'a inanmayanlara acımayın, dense bir gün, ve sen, bir inanansan, onlara acıyan gözlerle bakmaya son mu verirsin yalnızca, yoksa yanlış anlar, Acımaz! mısın, bazıları gibi? Demokrasi savunucusu kesilmişken şu toplum, bir ucundan diğer ucuna, sen tahammülün neresindesin?

Sanırım hayatta ne alanda olursa olsun tutturmamız gereken yollardan biri, doğru soruları sormayı öğrenmek. Çabalamak serbest. Böylece, yüzme havuzlarını açık deniz sanmaktan kurtulabiliriz. Konumuza dönersek, onca tartışma programı yayınlanıyorsa da her gün, işte belki de doğru sorular tartışılmadığından, kamuoyu cevaba bir türlü yaklaşamıyordur ve duyargalarıyla rahatlıkla oynanıyordur, ne dersiniz?

Aydınlık ve güzel günler geceler dilerim :)

Sevgiler...

Ilgıt Teyhani
29.09.10

7 Eylül 2010 Salı

Kıssadan Hisse

Sabah kahvaltı yapıyordum. Büyükçe bir kasede yeşil zeytin, içindeki küçük kasede de siyahlar duruyordu. Yeşilinden birkaç tane yedikten sonra, bir tane de siyah attım ağzıma ve şekerli tadına anlam veremedim. "Bu zeytinlere reçel mi bulaşmış?" derken tam, ağzımdakinin zeytin çekirdeği değil, vişne çekirdeği olduğunu fark ettim. Kaseye tekrar baktım, yalnızca taneleri kalmış koyu bir vişne reçeli...

Sanırım Türkiye'de demokrasi de, türlü açılımlar da bizde bu etkiyi yaratıyor. Yediğimizin zeytin olduğuna öyle şartlanmışız ki, "reçel bulaşmış" sanıyoruz...

Gününüz geceniz aydın olsun.

Ilgıt Teyhani
07.09.10

6 Eylül 2010 Pazartesi

İyi Çocuk Olmak ya da Olmamak


Biriyle aranızda yıkılmasını hiç istemeyeceğiniz bir güven ilişkisi olmasının en kötü yanı, ona kül yutturamayacak olmanızdır. Size en dokunanı ise, onun bu eylemi, olta atmak diye de tabir edeceğimiz, ciddi bir tonla sorulmuş herhangi bir soruyla başarabilecek olmasıdır.

Kimse tarafından fark edilmesini istemediğiniz o şeyin varlığına dair, herhangi birinden gelen soruya, “O nerden çıktı ya?” karşılığını verebilir iken, arada güvenin olmazsa olmazınız olduğu bir kimseye muhtemelen “(Hık, mık) Evet de, başka kim biliyor?” diyeceksinizdir.

“Yok ben onlara da külü karşıdaki bir milyoncudan paketletip afiyetle yuttururum” diyenleriniz varsa ve çıkarsa karşıma, “Bozulmuşsun arkadaşım, senin ruhun bozulmuş.” derim, buraya da yazıyorum.

Yok, siz de benim gibi risk analizinden “Onun güvenini kaybedeceğime, kendimi eleveririm.” diyerek çıkıyorsanız, “Vay halimize” ama bir o kadar da, “Ne mutlu bize ve karşımızdakine” :)

Dilerim hayatta kekeleyişlerimiz olanca az ve doğrularımız yanlışsız olsun.

Lise yıllarımdan bir de anı var ki, bahsetmenin tam sırası:

-Başar, kopya mı çektin?
-Iıı, hangi soru hocam?
-(Gülüşmeler) Otur Başar, otur.

Ilgıt Teyhani
06.09.2010

28 Ağustos 2010 Cumartesi

Zamanda Yolculuk


bir gün gelecek bu gün de
bir anı olacak nasılsa
oturduğumuz bu masa
bu kum saati, bu rüzgar,
bu eski komodin
bu kırık
sandalye
bu kelepir yürek
bu aşk
nasılsa


Behçet Aysan



Zamandan kopmuş hissindeyim ‘ne zamandır.’ Sorgulayıp öyle yargıladığım taşlarımı yokluyor hayat. “Toplum gözü”nün insanların üzerine sık sık dikildiği bu yerde, bakış açımı korumaya çalışıyorum. Normalde gözüme çarpmayanlara, şimdi kötü gözle bakmamaya... Değişsem bile kendim kalmaya…

Aynı masada oturduğum bir ‘üniversiteli’ye insanların ortak paydasının ne ‘olmadığına’ dair salt iki cümle söylerken, karşımda duvar varmış gibi gelmeyeli çok olmuştu… Kaç kişiler?

Sevgilisiyle elele yürüyen liseli gençler gözüme çarpmayalı da çok olmuştu. Gülümseyip memnuniyet duymak, bugünlereymiş. Kaç kişiler? Ne zamana büyürler?

Anılarıma, türlü duvarlara çarpmamak için anlatamadıklarımı da eklerken, bir gün özgürce anlatabilmeyi diliyorum. Ve en güzeli, düşümdekine yakın hayatların var olduğunu biliyorum.

Kaç kişiyiz?

Sevgiler, selamlar…

Ilgıt Teyhani
28.08.10

8 Ağustos 2010 Pazar

DediKodu 3


“Bir derviş varmış, deli olup olmadığını bilmiyoruz, kimi gün birinin yolunu çevirir, ‘Peki sen ne dersin?’ diye sorarmış. Boş verip geçmişler başlangıçta; fakat derviş sorusunda direndikçe kasabayı bir düşüncedir almış: Dervişin sorusunu bir yanıtlayan çıkmayacak mı? Ama bunu herkes yalnızken kendi kendine düşünürmüş, başkasına açmaya utanırmış. ‘Bilemedim’ demenin korkusu. Öyle ki dervişin sorusu ile karşılaşanlar, bunu gizlemeye başlamışlar artık, ‘bana bir şey sormadı’ diyorlarmış kahvede. ‘Hele bana sorsun da, bakın nasıl yanıtlarım’ diyenler de çıkmaya başlamış. Fakat zamanla bu sıkıntılı durum bir karabasan olmuş çıkmış. Dervişi öldürmüşler, neyi sorduğunu da unutmuşlar...”

Melih Cevdet Anday


Sokrates'i getirdi aklıma Melih Cevdet'in yukarıdaki satırları. Bu tarife uyanları sıralayacak olsak, sürekli bir yeni isim eklenebileceğinden, sonunu getirebilir miyiz bilmiyorum. Ve şu an, sonunu getirebilelim ister miyim istemez mi en çok onu bilmiyorum.

Düşünen, düşündüren kimsenin sonunun getirilmesine kaynaklık eden, işte tam da bunu başarabilmiş ya da başarmasına az kalmış olması. Katlin gerçekleşmesiyle olansa, artık yeni gelişmeler hakkındaki düşüncesini aktaramayacak olması. Fakat bakış açısına, tarih yazımı sayesinde sahibiz. Efsaneleştirilmesiniyse geçiyorum, zira daha yaşarken efsane olmasaydı, hedef o olmazdı.

Düşünce özgürlüğü yalnız yasalarca değil, ahlaken de desteklenirse, toplumca içimize işlerse, 'nefes kesici' kuramcıların nefesleri kesilmezse, zorunlu kılınan bir Düşünce Tarihi dersi ile, bakışımız biraz olsun kuvvetlendirilirse, bu katillerin sonunu getirebiliriz mesela, bu bir ihtimal.

Düşünce odaklı soru soranlar, artık sormaz olurlarsa, kimsenin aklına karpuz kabuğu düşmez olursa artık, o zaman da bu listenin sonunu getirebiliriz mesela, bu da en kötü ihtimal.

İyiye götüren ihtimallerimizin gerçekleşmesi dileklerimle...

Selamlar.

Ilgıt Teyhani
08.08.10

Gizli Öz'ne


Sol göğsünün altındaki o yara izini hatırlıyorum. Sormuştum ne izi olduğunu, “Yanık” demişti. Karın boşluğuna serili avuç içi büyüklüğünde bir yanığın öyküsü için oldukça kısa bir cevaptı. Küçüktüm ama biliyordum tepkilerinin ne manaya geldiğini, en hayranlıkla ve hevesle gözlemlediğimdi o, tanıyordum. Anılarını paylaşmayı normalde çok severdi, kimi zaman gülümseyerek anlatışına gözyaşları eşlik ederdi. Böyle durumlarda sesini biraz daha yükseltir, hafif kahkaha atar gibi konuşmaya çabalar, bastırmaya çalışırdı akanları. İlginç olsa anlatırdı, bu sefer konuşmasa daha iyiydi demek ki. Sormadım fazlasını.

Sonra, ‘konuşmasa daha iyi’lerini daha net kavradım. ‘Nedendi?’, ‘Nasıl oldu?’ dedikçe... Çalıştığı yerden de sorsam, özel bir yanıt vermekten kaçındığı noktalardı onlar. Detayını bilmediğinden değildi, insan anılarını bilmez mi? Yanıtları, aynı yoldan geçmiş herhangi birinden öğrenebileceklerimden ve hakkında yazılmış kitaplardan okuyabileceklerimden pek fazlası değildi. Çok okudum, çok şey izledim hakkında. Öyle bir zaman geldi ki, inanmak istemedim duyduklarıma, gördüklerime, yapılanlara. Bana anlatmak istemedikleri bunlarsa, bunları taşıyor olamazdı, ya da belki, dilerim olmasındı… Artık bir redde ihtiyaç duyuyordu ruhum. “Bunlar bunlar olmuş, öyle mi, orada mıymış, anlatıldığı gibi mi?” dedim, onu en yakından bilene. Konuşamadı, yutkundu, gözlerini kapatarak başıyla onayladı. Tekrar konuşmadık o konuda. Anlatılanların daha azı değildi yaşananlar…

Derken bir belgesel izlerken, döküldü gözlerimden, taşıdığım miras. “Hangisiydi acaba, şu mavi gömlekli olan mı, yoksa ellerini önünde kavuşturmuş olan mı?” anlamak için dikkat kesildiğim bir an, “Fark eder mi?” balyozu indiğinde beynime. Kalbim sıkıştı, ezildi desem, yeter mi tarifine?

İşte tam o esnada, o yara izini hiç unutmadığımı anladım. Ve anladım ki, ihtiyacım olan şey, tüm ayrıntıları bilmek değilmiş. Çünkü bazen susmak, soruyu boş bırakmak anlamına gelmezmiş. İhtiyaç duyduğumsa, gerçekliğinin tasdiki ya da reddi imiş, gerçekmiş.

Nazım’ın güzel dizelerini getirirken aklıma o yara izi, şimdilerde düşündüğüm, her ne ile ve nasıl yakıldı ise, yetmiş miydi karartmaya ‘sol memesinin altındaki cevahir’i…

Ilgıt Teyhani
08.08.10

7 Ağustos 2010 Cumartesi

DediKodu 2

Sanırım kitaba hevesli hemen herkes, edebiyatımızda edebî değeri yüksek eserlerin artışındaki azalmanın farkındadır. Klasiklerin yanısıra Türk ve dünya edebiyatının kült eserlerini okumaya alışmış, okuduğu eserde neyi bulmak istediğini kabaca bilen bünyeler, yeni kurulan edebiyatı(genel anlamıyla postmodernizmi) yadırgamadan edemedikçe, daha da uzağında kaldı, şu, çok satanların.

"Bir kitabı çok popülerken okuyamıyorum." ya da "Bir filmi çok popülerken izleyemiyorum." sorunsalı sanırım eski zamanlarda bu kadar güçlü değildi. Burnumuza burnumuza sokulan eserlerin birinde ikisinde beklediğimiz tadı bulmayışımız ve bulduğumuzun 'kolayına kaçılmışlık' oluşu-misal Elif Şafak'ın kendi kitaplarından alıntıladığı cümlelerden oluşan Kağıt Helva'sı-, bizi yeni 'sanat'tan soğuttukça soğuttu. -Elbette bu soğutmayı Elif Hanım tek başına ne kadar istese de başaramazdı...- Yani, sizin de farkında olduğunuz gibi, yazarın 'okutmak' değil, 'okunmak' için yazarlığa soyunuşunun keskinleştiği devirdeyiz, ne mutlu bize!

Not: Elif Şafak'ın bu bahsettiğim kitabı hakkında Ekşi'den bir alıntı yapayım: Büyük düşünür, büyük mutasavvıf ve Türk edebiyatında adeta bir mihenk taşı olan Elif Şafak'ın birbirinden değerli eserlerinden seçmeler sunduğu bir başucu kitabı.
Maalesef Fyodor Mihailoviç Dostoyevski'nin onunki kadar aklı olmadığı için, günümüzde The Best of Dostoyevski seçkisinden mahrumuz.


Tam da denk gelmişken "Peki bu süreci neye borçluyuz?"a kendimce yanıt olabilecek satırlara, dedikodumuzu beraber yapalım isterim.

(Sosyolog Şükrü Argın 1980 sonrası için konuşuyor): "Şeylerin oldukları şeyden başka bir şey olabilecekleri inancı yıkılmıştır bir kere. Kapitalizm sadece rakiplerinin değil, tarihin de markajından kurtulmuş ve kendisini doğallaştırmıştır. ‘Başka bir dünya’nın mümkün olduğu inancına yaslanamayan bir radikalizm nasıl mecalsiz kalırsa, ‘başka bir hayat’tan söz etmenin mümkün olduğu inancına yaslanamayan bir edebiyat da mecalsiz kalır. Dünya ya da hayat... Önemli olan sözcük bunlar değil. Önemli olan ‘başka’ sözcüğü. Radikal politika ile has edebiyatı aynı krizde buluşturan, yaşadığımız dünyada ve hayatta ‘başka’ sözcüğünün anlamını yitirmesidir. Şimdi ve burada olup biten şeylere bambaşka bir açıdan bakabileceğimiz bir noktaya yerleşememek... Bugünün meselesi bence bu.

Oysa, has edebiyatçılar geleceğe seslenen insanlardır. Onların okurları bile başkadır; hatta, namevcutturlar. Olsa olsa müstakbel okurlarından söz edilebilir. Çoğu günümüz yazarı gibi, hazır ve nazır bir okur kitleleri yoktur. Sözlerini önceden belirlenmiş okur profillerine isabet ettirmeye çalışmazlar. Daha açıkçası, Piyasa’ları yoktur; Tarih’e, yani belirsizliğe, boşluğa seslenirler. Kulakları bugünden değil, daha çok yarından gelecek yankılardadır."

...

"Bu dönüşümün en açık göstergesi, yayıncılığın bir sektör haline gelişidir. Caddelere bakan küçük kitabevlerinin yerini alışveriş merkezleri içine kapanmış büyük ‘bookstore’ların alması bu sürecin oldukça manidar göstergelerinden biri olarak alınabilir. Eskiden bir nevi ‘kanaat önderi’ gibi iş gören kitapçının yerini ‘tezgâhtar’a, ya da daha yerinde bir ifadeyle ‘satış elemanı’na bırakması basit bir dönüşüm değildi. Yayıncılığın, dolayısıyla edebiyatın üzerine nasıl bir ‘alev topu’nun düştüğünü görmek için, herhangi bir ‘bookstore’a uğrayıp oradaki raf dizaynına şöyle bir göz atmak bile yeterlidir. ‘Çok satanlar’, ‘yeni çıkanlar’ ve ‘diğerleri’... Bu üç temel kategori ‘eleştiri’ denen kurumun da çöküşüne işaret eder; şimdi belirleyici olan, edebiyatın ‘muhafız birlikleri’ değil, Piyasa’nın ‘taarruz birlikleri’dir.

Bu dönüşümün, yani piyasanın egemenliğinin bizi burada ilgilendiren en ciddi sonucu, ‘kamunun kategorizasyonu’dur, diyebiliriz. Geleneksel dilde ‘halk’ denen şeyi parçalayıp ondan kısmi müşteri profilleri oluşturmak ve dolayısıyla, ‘kamusal bilinç’ diyebileceğimiz şeyi hızla aşındırmak, giderek yok etmek, bence piyasanın en zararlı etkilerinden biri oldu."

...


"Edebiyat, ‘kamu’ya konuşmak, hatta ‘kamu’nun bu yönde hiçbir talebi yokken, belki de ‘kamu’ diye bir şey hiç ama hiç ortalıkta yokken bunu yapmak; en azından ‘müstakbel’ bir kamuya seslenmek, yani ‘kamu’ denen şeyin bizatihi kendisinde vücut bulmasına vesile olmayı göze almak demektir, diyeceğim ama; sorun da burada zaten. Zira edebiyat böyle bir bilince sahip görünmüyor artık.

Türk edebiyatı söz konusu olduğunda yukarıdaki cümledeki ‘artık’ bile yersiz bulunabilir. Edebiyatımızın ‘henüz’ bu aşamaya gelmediğini söylemek belki çok daha doğru olur. Zira yazarlarımız henüz -ve ne yazık ki hâlâ- kendilerinin ‘birey oluşları’ bilincine meftun haldeler, ağızlarından ya da kalemlerinden çıkan sözlerin döküldüğü kamusal mecradan habersiz gibiler. Daha da kötüsü, sözlerinin döküldüğü bu kamusal mecraya aldırış etmemeyi, kendi bireyselliklerinin gereği gibi sunmayı tercih eder gibidirler."


Dergi çıkarabilmek için-misal, Papirüs-, evindeki ofisindeki değer taşıyan malları satmak zorunda kalan, kalemi keskin gelince yerinden yurdundan edilen, atışmalarıyla değil eleştirileriyle edebiyat dünyasında konuşulan, şiirleri dilden dile elden ele dolaşan isimlerimiz, daha güzel yazıyorlardı belki, ve edebiyattaki bu 'kuruma' onların hüzünlü ölümlerinde değil, dayatılan çağda aranmalı belki, ne dersiniz?

Sevgiler, selâmlar...

Ilgıt Teyhani
07.08.10

18 Temmuz 2010 Pazar

Rasat Notları

Bir ortamda benden başka bir tarafa bakmakta olan insanların gözlerine dalarak düşünme huyum varmış, geçenlerde Mafya diye bir oyun oynarken fark ettik, hatta bu yüzden asıldım bile. Aynı adlı bir bilgisayar oyunu da var sanırım ama işte bu o değil. Hırsız polise benziyor biraz ama daha profesyonelce. Birkaç kişi mafya olarak belirleniyor-kimlerin mafya olduklarından haberdarlar- ama halk olarak belirlenenlerin kimin mafya kimin halk olduğundan haberi yok. Mafya, mafyalığını belli etmeden halktan biriymiş gibi konuşuyor ve “Bence Ilgıt mafya” gibisinden, şüpheleri halktan olduğunu bildiği birilerine çekiyor. Mafya “Çünkü Ilgıt konuşmalarında az önce şöyle dedi, şununla bakıştı bir şeyler işaret etmeye çalıştı.” gibilerinden dayanaklarını iyi sergilerse, mazlum halk genelde galeyana geliyor ve Ilgıt’ın o kadar “Yahu ben halktanım arkadaşım sen niye bunca suçluyorsun insanları, sen misin yoksa mafya” demesi, kimseyi ikna edemeyebiliyor. Halktan biri Ilgıt, oylanarak asılabiliyor ve sayısı halkı aşan-ya da halkla eşitlenen- mafya, halkı yenmiş oluyor. Fazlaca gerçekçi yani. Güzel bir oyun, oynayacak olduğunuzda beni de çağırırsanız, diğer detayları da öğretirim. Bu arada, mafyalığı beceremiyorum, halkım ben, inanın :)

Bugünlerde 'halk'la alakalı bir diğer anım da, Asım Karaömerlioğlu'nun derste “Halk sizce nedir?” diye sormasıydı. Geveledik. Karikatüre de soralım. Biri çıktı “Aynı milletten insanların…” diye başladı, sonunu bağlayamadı tabi, çünkü 'halktan' ve 'değil' ayrımı milliyetten gelmiyordu. Asım K. da hemen üsteleyerek sordu, “Peki şimdi Bebek’te yalısında oturup, bilmem ne marka araç kullanan Türk, halk mı sence? Karşına geçip ‘Ben de halktan biriyim.’ derse, inanır mısın?” Sonra bir diğeri atıldı, “Ezilen…” diye başladı. Fraksiyonunu anlamak, derse diğer katılımlarını da düşününce zor değildi. Ama “Üreten…” demek istemişti aslında. Asım K. ile benim düzeltmemiz, aynı anda geldi. Sahi, zihnimizde uyanan halkın, kelimelerle ifadesi ne idi? Şimdilik şunu söylersem bir şeye benzeyecektir: “Halk plaja akın etti, vatandaş denize giremedi.” Evet, plajlar saçma meblağlarla ücretlendirilmemişken akın eden, hazır beleşken kullanalım, sonra belli mi olur senelerce denize zor gireriz belki diyen, bahçeli evine barbekü almaktansa, mangalını atıp arabasının arkasına çoluklu çocuklu piknik yerine giden, bahçesinde de kendine yetecek kadar da olsa nane, maydanoz, fasulye, patlıcan, domates yetiştiren, halktır. Tabi, bahçesi varsa. Neyse, ben buna kafa yoradurayım, size tdk’nın tutarsızlığı üzerine, ekşiden bulduğum, tarafımca seçme tanımları sunayım şimdilik:

- Hiçbir ayrıcalığa sahip olmayan insan gruplarından oluşan kitle.

- Ortalamayı belirleyen, ancak ortalama gelire sahip olmayan bireyler grubu.

- Çok güzel uyuyordun, uyandırmaya kıyamadım.

Bir de Nazım’da alıntılayayım. Halk’ın ince okunuşunun “yaratan” manasına da geldiğini düşününce şimdi, bilmiyorum Nazım ne derdi bu fikrime ama, bana zaten anlamlı gelen “yaratan ki onlardır.” dizesi, ayrı bir gerçekliğe de büründü diyebilirim.

Onlar ki toprakta karınca
suda balık
havada kuş kadar
çokturlar,
korkak
cesur
cahil
hakim
ve çocukturlar
ve kahreden
yaratan ki onlardır,
destanımızda yalnız onların maceraları vardır.



Sevgiler.

Ilgıt Teyhani
18.07.10

22 Haziran 2010 Salı

Şike Var!

Günlerdir ardı ardına geliyor şehit haberleri, ağıt yakan ama metanet örneği de olan analar, babalar, kardeşler gösteriliyor, “Vatan sağolsun”lar bazı sayıklanıyor, bazı haykırılıyor. Gazeteciler, televizyoncular gününü geçirmeden konuk edip şehit yakınlarını, “Evladınız askerliğini bitirip gelebilseydi, neler yapacaktı, hayalleri nelerdi?” diye sorarak saçmalayabiliyor, “Şimdi hayal mi kaldı, yani, ne diyeyim ki benim içim yanıyor.” yanıtını alınca da “Evet sayın seyirciler, gördüğünüz gibi acılı ana babalarla beraberdik bugün” gibisinden ‘beyninin yüzde doksan dokuzunu aldıran adam’dan beter cümle kurabiliyor.

Neden artışa geçti terör olayları tartışıladursun bir yandan, son dakika haberleriyle bölünüyor yayınlar. Ve o denli tekrarlanıyor, öyle sündürülüp sakız ediliyor ki, bizim Sakin, “1 asker şehit oldu, 4 terörist öldürüldü” haberini okuyunca olayın sidik yarışına dönüştürülmesinde, maç skoruymuş gibi yansıtılmasında parmağı olanların bilumum uzuvları hakkında harika planlar yapıyor.

Şehit ölümleri dahil olmak üzere son birkaç aydır dinlediği tüm ölüm haberlerini düşünüp-beyin bedava!-, ve haydi sayı verelim tek seferde 30 madencinin ölümünün kimi baş sorumlularının, cinayet yerine dönen katil gibi, korumaları eşliğinde acı paylaşmaya gitmesini içine sindiremiyor.

Sonra aklına geliyor Ataol Behramoğlu’nun dizeleri:

ve cellat uyandı yatağında bir gece
“tanrım” dedi “bu ne zor bilmece
öldükçe çoğalıyor adamlar
ben tükenmekteyim öldürdükçe”


dizelerindeki cellat kime karşılık gelir, sayıya dökmeden, maç gibi seyretmeden , kaynağına, nerden ve neyden beslendiğine bakarak, hangisi çoğalan hangisi tükenen, düşünüyor…


Derken Kemal Sunal’ın Deli Deli Küpeli filmindeki unutulmaz repliği geliyor aklına, ‘cellat’ ve kaymakam, dizlerine kadar karın içindedirler, vurur cellat, vurur Yılanoğlu, ve kaymakam tekrar tekrar seslenir:

“Ben öldükçe çoğalırım Yılanoğlu!”

Ilgıt Teyhani
22.06.10

4 Haziran 2010 Cuma

"Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim"


2 haziranı 3 hazirana bağlayan gece, içimdeki ‘şair ölümü hüznü’, Nazım’a devretti yerini. Sanatı ve siyaseti üzerine düşündüm uzunca. Bir yerde adı geçtiğinde, duyulduğunda, genel anlamda Türkiye toplumunu rahatsız eden, kaş çattıran, anne karnındayken edinilmediği aşikar olan ama her nasılsa sorgulanıldığına inanılan, yahut da hiç sorgulanmadan hakkında yargılı olunan fikirleri,"Orda bir dur bakalım, ben karşıyım ona" dedirten kelimeleri ayıkladım zihnimde. ‘Rusya’ değil ama ‘Sovyet Rusya’ dedim, ‘sosyalist’ değil-o kadar- ama ‘komünist’ dedim… ‘Nazım’ dedim…

İleride ruhsal problemlere sebebiyet vermemek maksadıyla yeni doğmuş çocuğa ‘Satılmış’ adı konmasının yasaklandığı bir memlekette yaşayıp, "Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın / Yok edin insanın insana kulluğunu / Bu dâvet bizim..." diyen şairin başına gelenleri düşündüm, gözlemlerini en yerinde sözcüklerle sunması ve yurdunun yeniden yapılandırılabileceği ‘inancı’ uğruna ne bedeller ödediğini… Can Yücel’in bu bahsettiğim Davet şiirine yanıtı geldi aklıma…

Dörtnala gelip Uzak Asya'dan
Akdeniz’e bir kısrak başı gibi
Uzanan bu gayrımenkul
Bizim değil gayrı...


1951’de ‘vatan haini’ ilan edilerek vatandaşlıktan çıkarıldığı haberi, 2002’de resmi işlemlerin tamamlanmadığının anlaşılması üzerine bu sefer ‘resmen’ Türk vatandaşlığından çıkarılışı ve ölümünden 46 sene sonra, 2009’da tekrar ‘vatandaşlığa kabul edilişi’ geliyor aklıma, tarihsel bir bilgi olmanın ötesine geçerek...

İşte, bugünle beraber 47 yıl geçmiş aradan, Nazım şiir yazamayalı. Hani kimi isimler için “Öldürülmeseydi, asılmasaydı keşke de böyle sembol olmasaydı, kahraman kalmasaydı” deniyor ya, o sözün yersizliğinin kanıtıdır Nazım Hikmet’in 62’yi bulan yaşı ve kalp kriziyle sonlanan yaşamı.

“…
Sen şimdi yalnız saçımın akında,
enfarktında yüreğimin,
alnımın çizgilerindesin memleketim,
memleketim,
memleketim...”
Nazım Hikmet / YİNE MEMLEKETİM ÜZERİNE SÖYLENMİŞTİR şiirinden

Nazım Hikmet’in onulmaz memleket hasreti bir yana, “dürüstçe neyi dillendirdi bu adam” diyorum da, gizlisiz saklısız şiirleri çıkıyor karşıma, ona ayak direyenlere tokat gibi, açık, net, ‘benim çıkınımdaki taşlar işte bu gördüklerin’ diyen.

“…
Yaşamayı ciddiye alacaksın,
yani o derecede, öylesine ki,
mesela, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda,
yahut kocaman gözlüklerin,
beyaz gömleğinle bir laboratuarda
insanlar için ölebileceksin,
hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için,
hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken,
hem de en güzel en gerçek şeyin
yaşamak olduğunu bildiğin halde.
…”
Nazım Hikmet / YAŞAMAYA DAİR şiirinden

En güzel şeyin yaşamak olduğunu bilerek yaşamayı ölürcesine ciddiye almak, şu an bize ne kadar uzak geliyorsa, işte o kadar lekeli zihnimiz, ve tanımlı, at gözlüğüyle saçını arkaya attı sanan şahsın mutluluğu üzerinden…

"Türkiye’den ‘kaçmak’ mıydı çare, madem o kadar seviyordu memleketini, burada ölecekti" diyenleri zaten apayrı bir yana koyup, her tarafı ayna kaplı bir odaya buyrediyorum müsaadenizle. Zira kendileri aynı zamanda, ‘öldürülüp de kahramanlaşanların’ karşıtıdırlar, ki iki yolun da aynı yere vardığını görmez iken kendileriyle çelişirler. Üstüne üstlük "Adamların refah düzeyi ortada abi" diyerek, 'hazır gitmişken', bir başka memleketin geleceğine tuğla dizerek yaşlanan da, onlardır...

"Akrep gibisin kardeşim,
korkak bir karanlık içindesin akrep gibi.
Serçe gibisin kardeşim,
serçenin telaşı içindesin.
Midye gibisin kardeşim,
midye gibi kapalı, rahat.
Ve sönmüş bir yanardağ ağzı gibi korkunçsun, kardeşim.
Bir değil,
beş değil,
yüz milyonlarlasın maalesef.
Koyun gibisin kardeşim,
gocuklu celep kaldırınca sopasını
sürüye katılıverirsin hemen
ve âdeta mağrur, koşarsın salhaneye.
Dünyanın en tuhaf mahlukusun yani,
hani şu derya içre olup
deryayı bilmiyen balıktan da tuhaf.
Ve bu dünyada, bu zulüm
senin sayende.
Ve açsak, yorgunsak, alkan içindeysek eğer
ve hâlâ şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak
kabahat senin,
- demeğe de dilim varmıyor ama -
kabahatın çoğu senin, canım kardeşim!"


Son olarak söylemek istediğim, kendimce Nazım anmasını ölümünün ertesi gününe sarkıtmamı gerektiren geçen akşamki “Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim” oyununun ardından, oyuncuları ayakta alkışlarken aklıma gelen şey… Nazım’ın romanından uyarlanan ve iki saate yakın süre oynanan oyunun bitişinde, sahnede üç oyuncu ve on kadar sahne arkasında emeği geçmiş insan, elele tutuşmuş, seyirciye saygısını eğilerek sunarken, ve biz onları ayakta alkışlarken, onların karşısında bir de ben eğilmek ve teşekkürümü öylece sunmak istedim. Bunun topluca yapılması şu dövüş sporlarının birindeki karşılıklı selamlaşmayı canlandırdı gözümde ama, orada sanatçının mütevazılığını “Asıl biz teşekkür ederiz” der gibi karşılamak istedim. Nâzım, oradaydı... Sanatçının ve izleyicinin, okuyucunun, duyarlılığını yitirmediğini, yani sanatın yitmediğini görmek, oradaki herkesin umudu olmaya yeterdi.

Ve ben susayım artık, Nazım konuşsun, olanca kendiliğiyle…

"Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ.
Amerikan emperyalizminin yarı sömürgesiyiz dedi Hikmet.
Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ."
Bir Ankara gazetesinde çıktı bunlar, üç sütun üstüne, kapkara haykıran puntolarla,

bir Ankara gazetesinde, fotoğrafı yanında Amiral Vilyamson'un

66 santimetre karede gülüyor, ağzı kulaklarında, Amerikan amirali

Amerika, bütçemize 120 milyon lira hibe etti, 120 milyon lira.

"Amerikan emperyalizminin yarı sömürgesiyiz dedi Hikmet.
Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ."

Evet, vatan hainiyim, siz vatanperverseniz, siz yurtseverseniz,
ben yurt hainiyim, ben vatan hainiyim.
Vatan çiftliklerinizse,
kasalarınızın ve çek defterlerinizin içindekilerse vatan,
vatan, şose boylarında gebermekse açlıktan,
vatan, soğukta it gibi titremek ve sıtmadan kıvranmaksa yazın,
fabrikalarınızda al kanımızı içmekse vatan,
vatan tırnaklarıysa ağalarınızın,
vatan, mızraklı ilmühalse, vatan, polis copuysa,
ödeneklerinizse, maaşlarınızsa vatan,
vatan, Amerikan üsleri, Amerikan bombası,
Amerikan donanması, topuysa,
vatan, kurtulmamaksa kokmuş karanlığımızdan,
ben vatan hainiyim.
Yazın üç sütun üstüne kapkara haykıran puntolarla:

NÂZIM HİKMET VATAN HAİNLİĞİNE DEVAM EDİYOR, HÂLÂ!"


Saygılar, selamlar…

Ilgıt Teyhani
04.06.10

2 Haziran 2010 Çarşamba

Ahmed Arif'in Anısına Saygıyla

2 Haziran 1991'de evinde geçirdiği kalp krizi, Ahmed Abi'mizin aramızdan ayrılışının bahanesi olmuş. Dünyanın, insanlığın gören gözlerinden biri (ikisi), o gün kapanmış yani. Her şair ölümünün ardından duyduğum 'artık şiir yazamayacak olması' hüznünü duydum yeniden. Dizelerini kağıda dökmeden önce senelerce zihninde taşıyan bir şairdi, şiirini ancak tamam oldu mu kağıda dökerdi diye, en son hangi dizeler zihnindeydi de bize ulaşamadı kim bilir dedim... Sorgularda işkencelerde ağzından laf alınmasın için evinin ve nice dostunun telefonunu ezberlemeyen, yakınındakiler vasıtasıyla onlara ulaşan şairimiz, bir şiirlerini yük etmişti kendine ve onurla taşımıştı 'dört yanı puşt zulası' iken bile...

Hasan Hüseyin Korkmazgil'in Haziranda Ölmek Zor şiirini anımsadım. 3 Haziran 1963'te Nazım'ın, 2 Haziran 1970'te de Orhan Kemal'in kaybı üzerine 1976'da kaleme alınan şiir, 15 yıl sonra bir güçlü isme daha yarenlik edecekti demek...

Sonra Edip Cansever'in Ahmed Abi'siyle söyleşir gibi yazdığı Mendilimde Kan Sesleri şiiri geldi aklıma.

"Boynu bükük duruyorsam eğer
İçimden öyle geldiği için değil
Ama hiç değil
Ah güzel Ahmet abim benim
İnsan yaşadığı yere benzer
O yerin suyuna, o yerin toprağına benzer"
dediği,

"Gülemiyorsun ya, gülmek
Bir halk gülüyorsa gülmektir
Ne kadar benziyoruz Türkiye'ye Ahmet Abi."
diyişi sonra...

Rıfat Ilgaz'a yazdığı mektuba, ancak ölümünden sonra yanıt alışını hatırladım sonra.

"Sevgili Rıfat ağabey,

Halkımın, yurdumun büyük acısı, büyük hüznü, sonsuz sevinci ve yıkılması imkânsız onurusun. Büyük şair, büyük inanç adamı, büyük namus anıtı ve büyük ozansın.

Sana "Ağabey" diyebildiğim için mutluluk duyuyorum. Şunun şurasında bir ömrü, halkımızın ve insanlığın mutluluğu için bile bile, kahrolarak verdik gitti... Alnımız ak, yüreğimiz pırıl pırıl...

Merhaba Sevgili ağabey...

Ahmed Arif"


ve Rıfat Ilgaz'ın yanıtının altına kimbilir kaçımızın imzasının düşebileceğini düşünüp, bir selâm yolladım ta yürekten, Adiloş Bebe'nin dayısına...

"Sevgili Ozan Kardeşim, Ahmed Arif!
Son kere Yeşilköy'den seslenmişin bana!

Seni hep yeşillikler içinde düşünüyorum, anımsayınca...
"Bir ömrü, halkımızın ve insanlığın mutluluğu için bile bile kahrolarak" verdin! Alnın ak, yüreğin pırıl pırıl... Benim eşsiz, değerli kardeşim, içli, özgün şairim! Hoşça kal, solmaz tükenmez yeşillikler içinde! Unutmadık, unutmayacağız seni, halkımızın yaşadığı sürece. Yapıtların, anıların belleklerimizden silinmeyecek!

Sevgili kardeşim, bekle yeşillikler içinde beni!

Rıfat Ilgaz"


"...
Dayan kitap ile
Dayan iş ile.
Tırnak ile, diş ile,
Umut ile, sevda ile, düş ile
Dayan rüsva etme beni.

Gör, nasıl yeniden yaratılırım,
Namuslu, genç ellerinle.
Kızlarım,
Oğullarım var gelecekte,
Herbiri vazgeçilmez cihan parçası.
Kaç bin yıllık hasretimin koncası,
Gözlerinden,
Gözlerinden öperim,
Bir umudum sende,
Anlıyor musun?"

Ahmed Arif / ANADOLU şiirinden


Ilgıt Teyhani
02.06.10

Hatır, Gönül İşi

“Hatrından çıkaramadıkların değil, unuttuklarınsın.” demiştim bir arkadaşıma. Bizi en derinden etkileyen olaylara dair ayrıntıların kaybolması, beynimizin savunma mekanizmasıydı çünkü. Hatırlarsak azaptan yaşayamazdık ve doğa yaşayarak ölmemizden yanaydı çünkü. Şimdilerdeyse yeniden gözden geçiriyorum 'hatırladıklarımız’ mı yoksa ‘unuttuklarımız’ mı olduğumuzu.

Birey bazında ‘unuttuklarımız’ olduğumuz görüşündeyim halâ, çünkü bizi üzen ya da cesaret veren ne varsa hatırladığımız, hatırlıyorsak eğer bir hamle yapmamız gerektiğinde elimizi ayağımızı bağlayan ya da bizi yerimizde durdurmayan şeyi, ona karşı koymak da elimizde demektir. “Bir seferinde yine bunu yapmıştım da şu gelmişti başıma”mız varsa eğer, o şeyi yapmak ya da yapmamak arasında tutarlı bir akıl yürütebiliriz. İnatlaşabiliriz bu sayede, kendimizle, ancak hatırlıyorsak eğer, hangi yaşanmışlığın ya da yaşanmamışlığın etkisinde olduğumuzu.

(İyi) hatırlamadığımız ama bir zamanlar çok etkisinde kaldığımız bir deneyim söz konusu ise, ayrıntılar öyle silikleşmiştir ki, düşünüp de üzülmemek uğruna öyle arkalara itmiş, çağrışımları öyle engellemişizdir ki, bütün benzer vakalar birbirinden bağımsız hal alır. Neden sonuç ilişkisinden kopmuşuzdur, tutarlı öngörülerde bulunamayız. Dejavudur yaşadığımız ‘yeni’ ne varsa, bir yerlerden tanıdıktır bu olanlar ama netleşemeyiz bir türlü. Daha evvel hangi mantıksal dayanıklarımız sebep olduysa o hataya düşmemize, farkında olmadan yine aynı basamakları izleyip yine aynı sonuca varırız. Haliyle başımıza gelenler, unuttuklarımızdan beslenir ve sonunda yaşamımızı ele geçirir.

Toplum bazında ise, hangisi olduğumuzu bu son günlerde daha çok düşündüm işte. Aklıma sürekli Uğur Mumcu’nun bir köşe yazısında “Biz unutkan bir ulusuz. Olanları bitenleri çabuk unuturuz. Bugün yarın kanlı olaylar için yas tutarız, sonra, daha önceki olaylar gibi bu son kanlı olay da unutulur.” dediği geldi, kim bilir hangi kanlı olay için söylemişti bunları dedim, unutmamızdan korktum. “Değiliz işte, bak neleri unutmadık bunları da unutmayacağız” diyebilmek istedim, bilemedim.

Yalnız bu son İsrail olayına odaklanmadan-kesinlikle önemini yadsımaktan değil-, bu yazının genelleyici ruhuna yaraşır şekilde tüm hatrımızdakileri gözden geçirelim. Sen unutmadın, ben unutmadım ya peki kim unuttu devletlerin hain oyunlarını?

“Hatırlıyorum arkadaş, yaptığın katliamları, silahsız sivillere nicedir işkencedesin biliyorum, oyunlarına alet olmadılar başkalarını da etmeyecekler diye içeri tıktıklarını, yakıp yıktıklarını, öldürdüğün süründürdüğün susturduğun aydınlarımı, ‘asmayıp da beslediklerin’ kaldıysa eğer-ki kaldı- hepsini hatırlıyorum. Tarihi kendi fikrince yazdırdın, karalamaya yeltendin genç dimağlarımızı da ondan bu ‘unutkanlık’, ondan, bu dünyayı yadsımak, sürekli bir ayak uydurma çabası, senden gelen derdi buyredip ‘kendi’ derdimizde boğulduğumuz ondan, biliyorum. ‘Senden her şey beklenir’ diyemeyeceğim çirkinlikteyken sen, yaptıklarına alışamamak, normal karşılamamak ve tepkili kalmak için zorluyorum kendimi, güzeli unutmamak için… Unuttuklarım, sıradanlaştırdıklarım kuşatmasın diye çevremi, senden öğrendiğim sınava hazırlanma taktiklerini hayatıma işledim, sınavını verebilmek için… Okuyor, dinliyor, yazıyor, anlatıyorum… Sınıftan mı atarsın, tek ayak üstünde mi bekletirsin, sıfır mı verirsin, tutar yine ‘hak etti o’ mu dersin? Bir gün gel, neleri hak ettiğimizi karşılaştıralım, ama yenen, yiyen olsun bu sefer…” diyor bizim mahallenin Sakin’lerinden biri…

Sakin’le konuştum, hepinize selâmı var. “Ilgıt bi git başımdan, sınavlarına mı hazırlanıyorsun ne yaparsan yap, işim gücüm var” dediyse de başta, hatırlama taktiklerinden biri diye olsa gerek, yazıp yollamış bu satırları. Bu çocuk hiç sakinleşmeyecek galiba, adıyla tezat hislerle ömür geçirmek güzel olsa gerek…

Demem o ki, hayali kurulası, ‘uyuşup’ da unutulmayası, anılası, anlatılası güzelliklerin gerçek olması, yatağında çarşafının altına saklı mercimek tanesinden rahatsız olup uykusu bölünen prensesin rüyamıza girmesi ve hayra yorulması dileğiyle…

Ilgıt Teyhani
02.06.10

29 Mayıs 2010 Cumartesi

Devekuşu Hüneri

İlginç bir resme denk geldim az önce. Rivayete göre 9 yaşında bir çocuk resmetmiş bunu, “Her özgürlüğün içinde bir tutsaklık vardır.” demeyi de ihmal etmemiş. Resimdeki iki kuştan kafesin dışındaki, diğerine nispeten özgürse de, uçmasıyla dengenin bozulmasına, sağdaki kafesin denize düşmesine ve kafesteki kuşun ölmesine sebebiyet vereceğinden, kafesin dışında olmasına rağmen uçamayan da bir kuş, aynı zamanda…

Uçma yetisine sahipken ‘uçamaması’, yetersizlik değil, bir tercih elbette. Sosyal, toplumsal sorumluluğu bir kenara…

Bırakalım dersem ne de güzel uzar laf, elinde özgürlük fırsatı olan bir kuşun gönlünce uçmasını destekleme edebiyatı yaparız mis gibi. Sonra bizim şu özgür kuşumuz göçer konar güzel bir âleme, hikâye oradan devam eder, alkış tutarız. Kamera, bizim kuşun-nasıl da sahiplendik hemen- havada nasıl taklalar attığını, uzaklara nasıl da hevesle uçtuğunu göstermek üzre yükselmişken, görüş alanımızdan çıkar diğer kafesteki kuş da, biz de rahatlarız. Sonra yine buralardan geçesi tutar belki, biz de bakarız ki diğer kafes yok tahterevallide, kendi kendimize ‘biri kurtarmıştır herhalde’ der geçeriz, hatta “Güzel öldü(ler)” diyenlerimiz bile çıkar... “O tahterevallinin ne işi var orada, kafesleri kuşları kim koydu, biri içerde biri dışarıda niye, şu monoton hayatta biraz da heyecan olsun diye mi kurulu bu düzenek”, onu da bir başka ömrümüzde sorarız hem…

Bırakalım deseydim sahi, ne de güzel uzardı laf. Başını kuma gömen devekuşunu hatırlardık da, bize hikâyenin gerisinden hiç bahsedilmediğinden, aldığı ilk nefesle ciğerlerine kum dolacağı gelmezdi aklımıza. Sonra nefesini tutmayı öğrenirdi devekuşu. Yaşamsa bunun adı, ciğerleri ufalır, ufalır, bir gün yetmezdi nefesi… Korkuyla çıkarırdı başını kumdan, etrafına üşüşen akbabaları görürdü. Öksürük tutmasa, koşabilirdi de belki, ya da başını o kuma hiç sokmamış olsa, eskisi gibi dinç olsa, şimdiki aklı olsa…

Demem o ki, başımızı ille de sokacaksak kumun içine, şnorkelimizi de almayı unutmayalım ki, bir gün olur ya yeniden yüzleşecek olursak dünyayla, nefessiz ve ilgisiz kalmışlıktan kızarmasın yüzümüz, kalalım o kumun içinde… :)

Ve yine demem o ki, salt uçup, şunu yapıp, bunu olup mutlu olmaksa dilediğimiz, bir taktiktir bu da, kıstaslarımız ne denli azsa, o kadar kolaydır mutlu olmak… Kafesteki kuşu aklından geçirmeden mutlu mesut uçabilecek olan kuş, kafesinden havalanmadan, sırf diğer kuş gibi kafesin içinde değil de, dışında olduğu için de mutlu sayabilir kendini. Bunun bir de abartılmışlığı vardır ki tüm kıstaslardan arınıp, sırf dünyaya geldiği için kendini mutlu sayma halidir, takdir ister :) Hem zor değil ki kendi başına mutlu olmak, elbette az sınanmışlığı sebebiyle kalitesinden garanti veremeyerek…

Gevezeliğim yine üzerimde, affola, günün dileği hepimiz için geliyor: Başını kuma gömmeyi beceremeyen tüm devekuşlarına kaliteli mutluluklar dileklerimle… :)

Sevgiler, saygılar, selamlar…

Ilgıt Teyhani
29.05.10

27 Mayıs 2010 Perşembe

İmza Çalışmalarımız

Konuya direk girme huyum nükseder bazen, şimdi de o zamanlarımdan birindeyiz diyerek, şu an beni yazmaya iten satırları aynen alıyorum buraya. Haydar Ergülen’in Radikal’de 24/05/2006 tarihli “Sevgim Acıyor” başlıklı yazısından. Beraber okuyalım, bensem yazılanları yanlış anlayan, düzeltileyim ki içim rahatlasın istedim. Şunu da söylemeliyim ki, daha önce demiştim ya, “Her sanatçı karşısındakinin zihninde bardağı taşıran son damla olmayı diler.” diye, bu satırlar işte o son damlanın bende vücuda büründüğü haldir, burada bahsedeceklerimin biriktiği bardağın dolmasında ise, daha nice yazarımızın payı vardır.

“Başka bir dünya mümkün mü bilmiyorum ama 'başka bir Türkiye' mümkün görünmüyor. Erkin Koray "Elimde sarı madenden bir boru/ gidiyorum güneşin battığı yere doğru" derken, ne söylemek istiyordu, bunu da bilemiyorum, fakat 'umudun battığı yere doğru' gittiğimizi hissediyorum.”

Edebiyat geçmişi olan köşe yazarlarını ayrı bir dikkatle okurum her zaman. Çeşitli sanat çevrelerinde bulunmuşlukları ve kendileri gibi şair, yazar arkadaşlarının çokluğu, başlarına gelmesi muhtemel çeşitli sıkıntılar ile, değerli deneyimlere sahip olduklarını düşünürüm. Üstüne üstlük bu insanlar, yazıyı nasıl kuracağını, nerede neyi söylemesi gerektiğini bilen ve zihnine dolanların akışına kapılmayan, kalemine hâkim insanlardır. Yani yazdıkları her sözün nereye gideceğinin hemen hemen farkındadırlar, yazdıklarını bilinçle, bile isteye yazmaktadırlar. Yüzeysel gelecek belki şu görüşüm ama, benimdir n’eyleyeyim, anlamıyorum bir yazar, şair, edebiyatçı, sanatçı her ne ise, her hangisi ise artık, nasıl olur da topluma dair umutlarının tükenişini yazabilir. Yazdıklarının bir içki masasında dost sohbeti olmadığının farkında olan bir yazar, toplumun yönelimleriyle oynadığının bilincinde değil midir? Bir yandan ‘eski solcu’luğunun yakınlaştırıcı fiyakasını sürerken, yaşanan karanlık yılların onu nasıl da yıldırdığını, hayallerinin ideallerinin yok olduğunu, ‘umudun battığı yere doğru’ gittiğimizi hissettiğini yazarken hiç mi acımaz canı?

İnsanlar değişebilir, yorulabilir, bir davaya ne kadar harcadıysa da ömrünü, kendini geri çekebilir, her şey olabilir, buna inan ki yok sözüm, ama düşünde hala varsa gençliğini verdiği dünya, nasıl olur da onu kendi “geçmişte yaşanan geleceğine”, yani , kendi “olacaktı, yapacaktık”larına hapsedebilir? Üzülmez mi “Ben yıldım, siz de yılarsınız yılmazsınız size kalmış ama benden söylemesi…” yazısı yazarken? Kime hizmet eder bu yazısı, içi istediği kadar acısın acımasın?

Sanatçı değil midir dünyayı (daha) yaşanır kılma çabasına düşen? Yalnız söylediklerinden değil, sustuklarından da sorumlu tutulan, toplumun gören gözü, duyan kulağı değil midir o? Umuda dönük yazdığı satırlar bir gün gerçek olursa altına en fiyakalı imzasını huzurla atmayacak mıdır? Ve ola ki yetmezse ömrü gerçekliğini görmeye, “Başka bahara…” diyecek olan? Umutsuzluğa bürüdüğü satırlar ya gerçekliğini korursa o ölene dek, “Ben demiştim” diyen kara mürekkepten imzası, neye yarayacaktır? Ve daha da kötüsü, inanıyorsa bir şeylerin güzel olabileceğine, ama yine de umutsuzluğu karaladıysa bize, ve haksız çıkarsa bir gün, ne payı vardır elde edilen güzellikte?

Ben miyim sanatçının tanımında yanılgıya düşen? Çok şey mi bekliyorum sanata, topluma, insana gönül veren kimseden? ‘Gönül vermek de nesi’ mi yoksa? Bu kadar mı yanlışım, yazan, okunan bir kimsenin topluma bir günde iki günde değil belki ama beş senede on senede edebileceklerini düşünmekle? Hepsi aynı diyip geçmeli miyim? Razı olur susarsam, sizle doğruyu yanlışı ölçüp tartmazsak, bu kimin hanesine gol yazılır? sorayım dedim...

Uzun lafın kısası, kulak verdiklerimizden korku işitmez olup, umut dolu satırlarda buluşmak, ve yaşanacak tüm güzelliklerin altına bir gün “Ben demiştim” imzası atabilmek dileğiyle…

Saygılar, selamlar… :)

Ilgıt Teyhani
27.05.10

26 Mayıs 2010 Çarşamba

Hak Muhasebesi

İlkokuldaydım, üçüncü, belki dördüncü sınıf. Sınıfın en uzunlarından biri olarak(yine bu boyda ben), en arkada oturmuş, yazısı en güzellerden biri olarak da, öğretmenimizin hazırlaması gereken plan defterini yazıyordum.

O esnada da Serpil Hocamız, sınıfı sözlü yapıyordu. Beklemediğim bir anda kaldırdı beni. Dördüncü ya da beşinci ders falan. Günün ne denli aydınlık olduğu hala zihnimde, belli ki sabahçıyım, öğlen vakti gelmiş, zilin çalması yakın. Kafam allak bullak, saatlerdir müfredatı kareli sert kapaklı bir deftere yanlışsız özenle yazmakla meşgulüm. Bana şu an hepimize, bir ilkokul çocuğuna bile, olanca basit gelecek şu soruyu sordu:

“8 kere 9?”

“Ezberci zihniyete hayır!”ın en küçüklüğümden beri karakterime yerleşmesinden olsa gerek, hemen yapıştırmadım cevabı, yani 1 saniyede değil de, 2 saniyede söyledim. Çünkü o an ‘8 kere 9 şu eder’i değil ama, ‘8 kere 9 şöyle hesaplanır’ı biliyordum, babam öğretmişti: Bir sayıyı 9’la çarpacağımızda o sayıyı 10’la çarpar, birini çıkarırız. Öyle de yaptım, çağrışımları yazmam gerekirse: Sekiz, seksen, dokuz geri gel, 71.

“71”

Hoca tekrar sordu, sınıfta şaşkınlık had safhada. Kopya veren verene. 72 diyor herkes, bense tekrar tekrar hesaplıyorum, sekiz, seksen, dokuz, 71.

(Daha zayıf bir sesle)”71”

Eksiyi işte o an alıyorum. Sandalyeye bırakırken kendimi, hatamın nerde olduğunu fark ediyorum. 72 sayısı yankılanıyor zihnimde. Beynimden vurulma anı. Gözlerim doluyor, elimdeki pilot kalemi bırakıp, öğretmenin plan defterini bir kenara çekip, dirseklerimi masaya, ellerimi titreyen yüzümün kenarlarına koyuyorum. Sınıfta bir uğultu oluyor, birkaç arkadaş canımı sıkmamamı dillendiriyor, samimiyetle. Tam ısınırken yeniden yüreğim, psikolojinin p’sinden anlamayıp, pedagojiyi sözde çözmüş hocamızın ettiği laf, işte bugünüme taşınıyor:

“Bırakın, hak etti o!”

Donakalıyorum, bir bu kadarını hatırlıyorum.

O günden beri, ‘hak etmek’ öbeği, hep çok önemli oldu hayatımda. Soyut bağlamda hiçbir şeyin hak edilmeyeceğine inanarak çıktım işin içinden. Sevmek sevilmeyi hak ettiğimiz anlamına gelmezdi, kibar davranmak kibar davranılmayı hak ettiğimiz anlamına gelmezdi, içimize atmak karşımızdakinin de öfkesini bastırması gerektiği anlamına gelmezdi. Herkes kendi doğrularınca davranırdı.

Ve bugün, o sözlüye kaldırıldığında kafası olanca bulanıkken yanlış cevap vermiş, ne hocasının tutumunu ne de kendisine kopya verenleri umursamış o çocuğa bakınca gördüğüm, yanlışsa da kendi yanlışlarını yaşamaya bilinmez bir zamanda and içmişliği. 72 sayısına kendi varabilse ah, verecekti o doğru yanıtı ama, ya yanlış olsaydı 72 ve doğru olsaydı 71? “Ben demiştim 71 diye” diyerek oturacaktı yerine ve şu an bambaşka bir şeyi taşıyor olacaktı içinde. Bugün o anı ola ki hatırlarsa eğer “E o kadar biliyordun madem, diretseydin 71 diye” diyecekti kendi kendine.

Bu anımdan, bugün çıkarabileceğim ve hemen her hatırlayışımda çıkardığım en temelli ders, dünya âlemin söylediklerine de kulak vermem ve doğrularımı dönem dönem ölçüp tartmam gerektiği. O çocuk da kulak vermişti ki, ondan işte, tekrar hesaplamıştı ‘8 kere 9 ne eder’i, yanlışsa da yalansa da, yine aynı sonuca varmıştı ve söylemişti doğrusunu. Aradan belki 10 sene geçti ve ben o çocuğun bir gün bile, “Keşke 72 deseydim o gün” dediğini duymadım.

Ezberinden konuşmayıp, her “ne düşündüğü” ve bir konuda fikrinin ne olduğu sorulduğunda, hızlıca yeni olası girdileri kontrol eden insanlara en candan saygılarımla…

Ilgıt Teyhani
26.05.10

23 Mayıs 2010 Pazar

"Olaylara Karışma"

Yanlı basın, yandaş medya gibi kavramlar, internetin işlerliği ve basın yayın organlarının eskiye nispeten elimize daha kolay ulaşabilirliği ile hayatımızda daha etkin yer eder oldu. Eskiden olsa, yani ortaokul, lisedeyken, “Bir yayın organından ne beklersiniz?” sorusuna hiç tereddütsüz “Tarafsız, objektif olması” derdik. Fakat zamanla-elbette yaşla değil başla- insan daha net kavrıyor ki, en yansız duran yahut çeşitliliği ile konuşan kaynaklar da nelerden bahsedip nelerden bahsetmediği ile yine ideolojik bir amaç güdüyor, fark ettirerek ya da belli etmeden, o amaca hizmet ediyor.

Kimi ideolojilerin propagandasını yapan ve özellikle belli bir çevreden haberler sunup, daha çok yine o belli kitleye ulaşan gazetelerimiz dergilerimiz fazlasıyla mevcut. (Aklımıza türlü isimlerin geldiğini duyar gibiyim :) Birisinin neyi ve kimi okuduğuna bakarak, onun dünyaya bakışı hakkında da bu sayede fikir sahibi olabiliyoruz, daha da kötüsü, olduğumuzu sanıyoruz. Buna sebep olan ise şüphesiz, yabancısı kaldığımız fikre önyargılı tutumumuz, her konuda fikir sahibi olduğumuzu sanıyor oluşumuz ve pek çok kaynağa ulaşıp bir savı, haberi öylece değerlendirmekten uzak oluşumuz. Oysaki yanlı basının pek çok sesine kulak vermeye ve bu doğrultuda çıkarımlar yapmaya daha alışkın olmak, ‘teknoloji ve iletişim çağı’ insanına daha yakışır bir tavır olacaktır.

Bu yazıyı bir “sebep ve sonuç” (reason and result) ya da “problem ve çözümü” (problem and solution) kompozisyonuna(essay’ine) dönüştürmemek adına şahsi bir müdahaleyi gerekli görüp ‘yarım yamalak’ bir yazı haline getiriyorum arkadaşım, rahat ol, gevşe :)

Şöyle bir göz atarsak, nelerin yazıldığına, bir “ben buyum arkadaşım” diyenler var, bir de “ben buyum diyenleri boşver arkadaşım, birleştirici olan benim” yanılsamasına götürenler. Birinci gruptakileri takip edenler-sağ sol fark etmez- daha net hatlara sahipken, ikinci grubun insanları Türkiye’ye ve dünyaya dair hemen her şeyi takip edebildikleri, çünkü keskin çizgilerle ayrılmadıkları sanrısındalar.Peki ya bir insan günceli takip edemediğini, ya da o takip ettiğinin her görüşe aslında nasıl da ılımlı yaklaşmadığını ne vakit anlar? Haberin içinde olduğunda, olay yerinde olay anında yaşananla aktarılanın bir olmadığını gördüğünde.

- Haberin içinde ne işin var senin arkadaşım, çekil köşene, otur izle.

Peki, insan bunu anlayınca ne hisseder? Filmlerdeki adam kaçırma sahnelerinden aşina olduğumuz sahneleri düşünürsek, elinin ayağının ve en önemlisi ağzının bağlı olduğunu, hemen yan odadaki kurtarıcıya yani ‘insana’ sesini ulaştıramadığını.

- Ne bağlısı ya ne bağlısı, o eskidendi, neyi istiyorsa söylüyor herkes şimdi.

Galiba sorulması gereken, “Duyduklarına aldanarak neyi duymadığını bilebilir misin?”

Elinin ayağının bağlı olduğunu ya ne zaman anlar insan? Elini ayağını oynatmak, yerinden kalkmak istediğinde.

Ya ne vakit çevrildi etrafı bunca bağla dediğimizde ise, şüphesiz ‘kafasının iyi olduğu’ bir vakitte.

Bizim mahalle ‘sakin’lerinden biri, adı da Sakin olsun hadi, sen ben gibi o da bir insan, elektriklerin kesik olduğu bir akşam, evde yalnızdı. Baktı pencereden dışarı ki her yerde kesik elektrik. Aradı taradı, ne ışıldak bulabildi, ne mum. Önce el yordamıyla güvenli bir yer buldu kendine, oturdu, bakındı etrafına derken karanlığa alıştı gözleri, seçebilmeye başladı etrafındaki nesneleri. Bekledi bekledi gelmedi elektrik, belli ki ciddi bir arıza vardı, gezinebilmeye başladı, komşularıyla hoş beşe devam etti. Baktı devam ediyor hayat, arızasız, güllük gülistanlık. “Bir ben miyim alışamayan, kusur bende mi” dedi geldi evine ve sormadan edemedi, “Neden kesik bu elektrik, ve ne zaman gelecek?”

“Durumunu kavramış insanı nasıl durdurabilirsin ki?” Bertolt Brecht

Tüm mahalle 'sakin'lerine en içten saygı ve sevgilerimle...

Ilgıt Teyhani
23.05.10

16 Mayıs 2010 Pazar

DediKodu 1

Hep ben mi konuşacağım, benden öncekilere de uzatmalı mikrofonu, ya da işte şimdi yaptığım gibi 'dedikodu'sunu yapmalı diyor ve bu seferlik Bruno Latour'a veriyorum sözü. Bende bir şeyler uyandırdı, anlamlı bulmam paranoya ve şizofreni değilse eğer, bakarsınız sizde de kimi fikirlerin rem uykusu nihayete erer, alıştığımız "hızlı göz hareketi" son bulur, yok edilmeye çalışılan hafıza-bilinç- işlerliğini geri kazanır, gözünü ovuşturmaya başlar kimi düşüncelerimiz diyerek, kutsal kopyala yapıştır tekniğiyle, beyin fırtınamızın başlangıç sözünü sunuyorum.


"O zaman onlara ne diyeceksiniz? Tüm iktidar kaynaklarını, tüm eleştiri imkanlarını ellerinde tutarlar, ama yerlerini merciden merciye öyle bir hızla değiştirirler ki, onları suçüstü yakalamak asla mümkün olmaz. Evet, hiç kuşku yok ki yenilmezler, yenilmez oldular, yenilmez olmalarına ramak kaldı, kendilerini yenilmez sandılar."

BRUNO LATOUR



Neye inanmamızı istediler, kulak verdiklerimiz güvenilir ağızlar mı, ölçtük tarttık mı yoksa terziciliğin son bulmaya yaklaşıp hazır giyim cazibesinin her yanı kaplaması gibi, biçilmiş kaftanları geçirip üzerimize "İyi güzel, bu yakıştı galiba bana" mı dedik, düşünelim istedim.

Beyin fırtınalarımızın bol olması, zihin taşlarımızın yerli yerine oturması dileğiyle :)

Saygılar.

Ilgıt Teyhani
16.05.10

10 Mayıs 2010 Pazartesi

Ağzımdaki Bakla

“Karşıt fikirden insanlar oluşmaya başladı baba, kötülemeye çalışanlar, sırf can sıkmak için hakarete varacak denli üslupsuz konuşanlar…” demiştim bir gün. “Doğru bildiğiniz yoldan devam edin kızım, bu sizin bir şeyler yaptığınızın göstergesidir.”

Ne güç ‘bir şeyler yapmak’. Karşısında duranlar oluştukça bir tarafta olduğunu daha net anlıyor insan, varlığını taşıdığını. Ve inat gibi, parlayan bir güç de buluyor içinde, yoluna devam etmek için…

Bugün de Kitap-lık’ın yeni sayısı elimdeydi. Orada okuduğum kadarıyla, yanılmıyorsam Henri Michaux’nın, Descartes’ın “Cogito ergo sum (Düşünüyorum, öyleyse varım)”ına kendince karşılığı şöyle olmuştu: “Keşke o kadar kolay olabilseydi…”

Düşünmenin ‘dahi’ yetmediği yerdi çünkü, varlığının bayrağını dikebilmek. Pek çok filozofun da eleştirildiği nokta bu oldu şimdiye dek. Kazanımlarını iyi aktaramayan ve devinime katkıda bulunmayan bir düşünürün ‘bilge’ olarak anılmasının faydasızlığı üzerine yazıldı çizildi. Can Yücel’in de yazdıklarıyla yapmak istediği devinime öyle ya da böyle etki edebilmekti ki, şu dizeleri yazmıştı:

“Sözcükler ekmeğin lokmaları gibi.
Ben size lokmalardan kurulmuş bir şiir veriyorum.
Yiyin, bana şükredin, küfredin!”

Ağız dolusu küfürlerle dost anılan usta bir şairin, yazdıklarına karşılık kendisine şükredilmesini yahut küfredilmesini beklemesi… Bu dizede yazılı olanı düşünmek, yalnızca delinin birinin kuyuya attığı taşı kırk akıllının çıkarma çabası değil. İki halin de gerçekleşmesi, şairin yazdıklarının yandaş ya da karşıt bulabilmesini, yani akıl süzgecinden iyi-kötü geçmesini gerektiriyor. Anlaşılma çabasından da öte, ‘taşı gediğine koydum mu koyamadım mı ondan haber verin bana’ derdi galiba bunu bugün Can ustaya sorabilsek.



İşte, yazan, çizen, konuşan, müzik yapan, film yahut fotoğraf çeken, düşünen insanın derdinin salt anlatmak, anlaşılmak olmadığının açık kanıtı bunlar ve daha niceleri. Yazılan, çizilen, söylenen ne varsa, bir görüşe yahut bir körlüğe hizmet ederken, her sanatçı, bardağı taşıran son damla olmayı diler. İster sevdayı anlatsın, ister kavgayı, dostluğu, hayatı, kümülatif toplamların altına çizgiyi çekebilen olmayı bekler. Karşısındakinden iyi kötü bir tepki alabilmeyi, takdir edildiği kadar yorumlanabilmeyi de ister. Salt kendini geliştirmek adına da değil, bir şeyler yapabildiğine, taşları yerinden oynatabildiğine inanmak, “ben de geldim şu dünyaya” uğraşlarında yol kat edebildiğini görmek için.

Hani çocukken, biri bizim canımızı acıtmak isteyip de bize vurduğunda, canımız ne kadar acıdıysa da belli etmeyip, “acımadı kii, acımadı kii” derdik ya, ve nasıl da kışkırtır kudurtmaya çalışırdık karşımızdakini, sanatla uğraşanınki de o hesap.

Yerinde duramasın, yazmadan edemesin mi istiyorsun, geç karşısına “acımadı kii, acımadı kii” de, bak nasıl da perçinleşiyor dileğindeki dünyayı var etme isteği, uzuyor kalemi…

Kalemi, kelamı tükenmeyesi tüm insanlara saygı ve sevgilerimle…

not1: “Bu aralar teknik yazmaya başladın sanki Ilgıt, bloguna daha hafif yazardın önceleri” diyen arkadaşlarıma da sevgilerimi yollarken, sohbet sırasında arada bir bu gibi sıkıcı şeylerden de bahsettiğimi ve hepsinin “bildiğiniz ben” olduğumu hatırlatırım :)

not2: Zaten bu yazıyı da bir hafta önce yazmıştım da, söylenenleri tasdiklememek için bekletmiştim, yok tutamadım içimde olmadı, çıkardım ağzımdaki baklayı :)

Sevgiler canlarım :)

Ilgıt Teyhani
10.05.10

29 Nisan 2010 Perşembe

İçimdeki Torun

İçimde bir çocuk var. Kaç yaşında bilmiyorum. Hani büyümüş de küçülmüş derler ya öyle. Anlıyor da anlamazlıktan geliyor çoğu kez yaşadıklarımı. Elinde bir oyuncak, eviriyor, çeviriyor, şimdi sırtını da dönmüş bana, oturuyor öylece ama biliyorum yine kulak kesilmiş dinliyor beni, göz ucuyla hep izliyor, okuyor tüm sözcüklerimi. O böyle dönünce sırtını, ağlıyor mu gülüyor mu yoksa umursamıyor mu seçemiyorum. Bazen omuzları neden titriyor bilmiyorum, kıs kıs gülüyor mu yoksa iç mi çekiyor o sırada, soramıyorum.

Bazen bir heves yaklaşıyor yanıma, uzatıyor elindeki oyuncağı. Ben de bu sırada çoğunlukla, sevdiklerime çantamdan bir şeyler çıkarıp uzatmış oluyorum, üzeri hayvanlı yara bandı oluyor bazen bu, bazen rengârenk jelibonlar, bazen bonibon. Onlar gülümseyince ben de gülümsüyorum, içimdeki çocuk da takdir ediyor beni, beni seviyormuş, öyle dedi kaç sefer.

Bazen bir derdi oluyor da diyemiyor. Büzüştürüyor dudaklarını, bir masum oluyor ki ablası, abisi, hani yüzünü okşayıversen dökülecek gözlerinden inci taneleri. Düşünceli oluyorum işte ben de bu zamanlar. Elimi uzatmıyorum öyle hemen ki koyvermesin kendini ama, evlatları gurbette iyi mi, rahatı sağlığı yerinde mi diye düşünmekten her gece yatağında yarım saat dönmeden uyuyamayan anne babalar gibi oluyorum o böyle yapınca. O da gurbette çünkü. Onu buraya ben getirdim... İşte ses etmiyorum da, nesi var acaba, ne yapmalıyım diye düşünmeye başlıyorum. Düşündüğümü de çok belli ediyormuşum, öyle dedi arkadaşlar. Hakaret gibi geliyor bazen, gülesim de geliyor sonra, her an düşünmüyor muyum zaten diye. Yok işte bu başkaymış, gözlerimi dünyanın sol üst köşesinden sağ üst köşesine çeviriyormuşum, benden evvel fark ettiler.

Bazen çok kızıyor bana. Hatalarımı yüzüme vuruyor, hep de uyumadan önce yanımda kimsecikler yokken ben kafamı dağıtamazken yapıyor bunu. Hata yapmışım gibi geliyor ona da, dinletemiyorum işte bazen sebeplerimi. Kapatıyor kulaklarını ‘lalalala duymuyorum dinlemiyorum’ yapıyor. O sesini yükseltince böyle ben de istemdışı bir ‘cık’ yapıyorum. Kaçıyor ağzımdan o an. Daha duymadı kimseler, onunla benim aramda sır. Ben dışa vurunca kararlılığımı cık’lı bir dil, diş hareketiyle, susuyor, ilginç. Sonra izin veriyor uyumama.

Öyle tatlı istekleri var ki benden, keşke elimde olsa hepsini sunabilsem istiyorum, elimden gelenin fazlasından bile geçip, yalnız istediği kadarını. Ona da işte bazen yetmiyorum tek başına. İsteklerini değiştirmeye başladığında korkuyorum. Bir de bakıyorum nelerden nelerden vazgeçmiş. Sırtındaki fazlalıkları mı atıyor yoksa eksiliyor mu bilmiyorum…

Her ayağa kalkışında boyunun biraz daha uzadığını fark ediyorum. Kaç yaş büyüdü acaba o oturduğu ara, merak ediyorum. Boynuz kulağı geçmesin diye hoş etmeye çalışıyorum gönlünü, oyalıyorum ki dalgınlığına gelsin büyümek, yaşı geçmesin beni.

Yaşlanma korkusu falan değil bu, hepimiz yaşlanıcaz bir gün-ömrümüz yeterse- de, ben zaten dünyadakilere yoruyorum kafamı, bir de onun beyazlamasın saçları. İçimde bir ömür seveceğim bir çocuk olsun, ona bakınca dünyanın beni büyüttüğünü anlayayım, o da torununun ninesine aşkıyla sevsin beni. Torun baldan tatlı derler ya, gayelerimden biri işte, içimdeki çocuğun yıllar sonra bir gün artık içimdeki torun olması.

Nasılsa o hep çocuk benim gözümde, bari eteğine yapışacağı bir ninesi olsun ilerde, annesinden gizli haylazlıklar yapalım.

İçimdeki çocuk, bekler misin anneannen olayım?

Ilgıt Teyhani
29.04.10

16 Nisan 2010 Cuma

İnsanlığın Şiiri

Çoktandır aklımda bloguma yeni bir girdi yapmak ama hazır bahsetmişken bir şeylerden ‘kayda’ değer olsun istiyor insan ve dilinin ucunda her zaman bir sözü olmayabiliyor. Bu ara çok okuma yapmamın da etkisi sanırım, bir değişime dönüşüme uğradığımı hissediyorum. Salonda koşarken banttan inip 'dur bakim bir tartılayım kaç kilo vermişim' demeyiz ya hani, onun gibi bir şey sanırım bu. Koşu devam etsin istiyorum yalnızca, vakti gelince duracağımdır diyorum.

Pek sevmem başkalarının sözlerini kullanmayı, ama lafa giriş cümlesi olmaya yakışır bazı sözler vardır, kendi diyeceklerimize ön ayak olur. TK hocalarımızdan birinden duyduğum bu çeşit bir cümle aklımda: “Yazar bahsedebileceği milyonlarca şey varken, neden bunu anlatmayı seçmiş diye sormalı kendimize.” Sanırım yazmanın, konuşmadan sohbetten en önemli farkı bu. Bir masada otururken sana ayrılan bir saatte pek çok konudan bahsedebilecekken, okunman durumunda sana ayrılan vakti daha verimli kullanman şart oluyor. Çünkü masadaki şahıs gözlerinin içine baka baka kalkıp gitmeyecektir muhtemelen ama yazını okumaktan her an cayabilir, dikkatini bir başka şeye yöneltebilir. Okunmak okunmamak kaygısıyla yazılmaz elbette, ama yazıyı okunur kılmak da yazanın sorumluluğudur bir yerde çünkü okur yüzünü görmediği, sesini duymadığı bir şahsa zaman ayırarak lütufta bulunmuştur. Yazanın kolay kolay haberinin dahi olmayacağı bir lütufta…

Bu lütfu hak eden şaire yazara ne mutlu. Var edebiyatımızda böyle, kaç tanesini saysam ille eksiğimin kalacağı. Can Yücel geliyor aklıma, bir görüşünü paylaşayım istedim. Can Yücel’e göre bütün şairler aynı şiire dize eklerler. İnsanlığın şiirini yazmaktadır tümü. Ancak insanlık son bulduğunda tamamlanacak bir şiirdir bu ve içinde insana dair her şeyi barındırır. Tarih tekerrür etmiştir, benzer şeyler yaşanmıştır, yalnız, dize tekrarına düşülmez, her şair kendinden bir şey katmıştır o tarihe. Kendi yaşamını da buna benzetiyor olsa gerek ki, şunu yazmış:

yaşamayı yaşamak istiyorum, demiştim,
neylersin ki bu damda bu dem
ayaklarımla uyaklarımda zincir,
böyle topal koşmakla geçiyor günlerim,
oysa -medhetmek gibi olmasın kendimi ama-
yaşamım benim en güzel şiirim.


Yazdığımız yazmadığımız bütün şiirler birbirine ulanır belki ömrümüzde. Kesikli değil hayatlarımız, malum, bir nedensellikle sürüyor. Taşlar yerine oturmuyor hissine kapıldığımızda da kendimize “neden bugün(üm) böyle?” diye sormamız ve doğrulukla yanıtlamaktan korkmamamız gerekiyor. Çünkü ancak o nedeni bulabildiğimizde, değiştirmek istediğimiz ne varsa ona karşı koyabilir hale geleceğizdir. Bazen kendimizi buluruz karşımızda ve kendimize karşı koymanın, bir dur demenin vaktinin geldiğini anlarız. Geriye de ‘nasıl’ ve ‘ne zaman’ kalıyor ki, yaşamımızın kalanı bunlarla şekilleniyor.

“İnsan kendi gibi olmak istediğinde mutluluğun özünü yakalar” demiş Erasmus. Kendiliğimizi seçmek elimizdeyken, doğru kararı verebilmemiz, doğru yanda durabilmemiz dileğiyle…

Şimdi dilimin ucunda bir soru: İnsanlığın şiirinde, doğrudan ya da dolaylı, kalemi eline aldın ya da almadın, hangi dizelerde payın var ve hangileri senin eserin?

Ilgıt Teyhani
16.04.10

13 Mart 2010 Cumartesi

Are you a fair dice? Should i respect you?

Derslere eksiksiz gitmeye çalışırken, bir yeni uğraş buldum kendime, dersi daha zevkli ve pür dikkat dinlenir hale getiren: Not tutmak! :) Yok, bu bildiğimiz ders notlarından bayağı farklı. Fotokopisini çektirmeye acaba kimse yanaşır mı bilemediğim notlar bunlar. Hocanın ağzından çıkan, konuyla oldukça alakalı ama üzerine düşünme potansiyeli taşıyan cümleler. Dersler her zamanki sıradanlığıyla akarken, ben hocanın ağzının içine bakıyorum, ondan neler kazanabilirim diye. Dersten çıktığımda hiç düşün cümlesi not edemediysem bile, bütün dersi ilgiyle ve öğrenme isteğiyle dinlemiş bir öğrenci oluyorum.

Bana en çok malzemeyi simülasyon dersi hocamız A.Rıza Kaylan veriyor. Şimdilik böyle bir hayrı dokunduğunun farkında değil. Hatta aklının ucundan dahi geçmeyebilir, bilmiyorum. Geçen ders, şunları not etmiştim defterimin arkasına:“Is it really imitating a fair dice? Should i respect it?” (Gerçekten adil-hilesiz- bir zar gibi mi davranıyor? Onu dikkate almalı mıyım?)

Excelin sunduğu istatistiksel verilere ne kadar güvenebileceğimiz hakkında söylediği, sıradan cümleler… Bu cümleleri not ettiğim günden beri ‘fair dice’ taklidi yapanlar, daha çok dikkatimi çeker oldu. Ne tür bir ilişki olursa olsun-arkadaşlık, aşk, para-, çirkin bir oyunsa oynanan, oyunu kurallarına göre oynamak masumiyeti kuvvetlendirmese gerek’i gözledim durdum.

Bu taklidi yapanlar genel olarak, hali hazırda olageldiği ile olmak istediği insan arasında bocalayan-yer yer uçurumu barındıran- insan evlatları.

Bulmak istedikleri ile yöneldikleri farklı. (Buna en genel örnek olarak, idealindeki ülkeyi savunan partidense, iş bitirici partiye yönelenleri verebiliriz.)

Kazanmak istedikleri ile elde etmek için uğraştıkları farklı.

Geçmişlerine katmak istedikleri ile bugünleri farklı. (Çünkü daha yarına vakit var…)

Kaybetmeyi hiç istemedikleri ile göz kırpmadan sırt çevirdikleri ise aynı. (Çünkü hayat, bir yeni fırsatı daha elbet çıkaracaktır karşısına…)

Nette yazılı fıkrası uzun, ben kendimce bahsedeyim, bu durum bana şunu hatırlatıyor: Köyün birini sel basmış, bizimki çıkmış yüksekçe bir yere, kurtarılmayı bekliyor. Köylüler sandalla yanaşıyorlar, “gel bin” diyorlar, bizimki “Allah kurtaracak” diyor. Üç gün geçiyor beş gün geçiyor, yine geliyorlar, “gel inat etme bin” diyorlar, bizimki yine “Allah kurtaracak beni, siz gidin” diyor. Sonra tutup helikopterle yanaşıyorlar, “gel etme eyleme, bin şuna” diyorlar, bizimki “De gidin uğraşmayın benle, beni Allah kurtaracak.” diyor. Sel tekrar bastırıyor ve bizimki mevta oluyor. Öte dünyada sorgu sual derken, bizimki nasıl oluyorsa küskünlüğünü dile getiriyor: “Köylüler beni o kadar kurtarmak istedi, Allah kurtaracak dedim ama kurtarmadın.” Allah yanıt veriyor: “Ey kulum. Sana 2 sandal, 1 helikopter gönderdim. Sen inat ettin ben ne yapayım.”

Kıssadan hisse, demem o ki, içimizde neyin inancını taşıyorsak, işte o inanca yakışır şekilde davranmak ve o “ideal insan”a yönelebilmek için, hayalimizde kurduğumuz ‘Mutlu Huzurlu Ben-Biz’ tablosunun hatlarını oluşturmak elimizde. Yeter ki kapımıza gelenlerin kıymetini bilelim, kendimize aykırı düşmeyelim. Yoksa o uçurumda uçmayı öğrenmek ne mümkün, kafamızı taşlara vura vura düşmek an meselesi.

‘Fair dice’a uzanan yolculuğumuzda, insanlarda güçlükle oluşturduğumuz ‘saygı’yı kaybetmememiz dileğiyle…

13.03.10

4 Mart 2010 Perşembe

Kaçanla Koşanın Farkı



"Kaçmak, garantisi değildir yaklaşmak istediklerimizin..."

21 Ağustos 2009'da yazmışım bu cümleyi, az önce rastladım. (Harici belleğe ihtiyaç duyanlar, mutlaka yazı yazmalı :)

Yazının geri kalanında da birer cümle ile, neyden kaçtığımdan ve neye varmak istediğimden bahsetmişim. Sonunda da "Sadece, o yöne koşmakta olduğumu diliyorum." demişim.

Sanırım doğru yoldayım :)

Hazır hepimiz kimi sebeplerle -doğduk doğalı- bir şeylerden kaçmaya çalışırken, nereye koştuğumuza da dikkat edelim istedim.

Tabana kuvvet, yöne dikkat :)

not1: Yazıyı yapıştırıverseydin de ne kendin yorulsaydın, ne bizi yorsaydın, zaten kısaymış, böyle yazman daha uzun bile sürdü diyebilirsiniz. Size güncelleşmiş halini sunayım dedim, hepsi bu :)

not2: "Bu nasıl blog yazısı, saymam" diyor içimin bir yanı. Ama derginin yeni sayısının tema yazısını taze bitirmemin huzuruyla bunu hoş görüyorum. Size de kısa geldiyse, siz de görün :)

Ilgıt'ın selamı var.

04.03.10

3 Mart 2010 Çarşamba

Tevazu Dedikleri

Akşam saatlerinde yorucu ve akmayan İstanbul trafiğinde, kulağımda müzik, otobüsün camları buğulu olduğu için dışarıyı seyredemeyişim yüzünden de elimde kitap, yoldaydım. İki saat erkenden yola çıkmış olmamın verdiği rahatlıkla, otobüsün 10 dakikadır yerinden kımıldamamış olması sinirlerimi bozmuyordu. Otobüsteki herkesin de vakti bu kadar bol değildir herhalde, şimdi ne gerginlik vardır ne gerginlik diyerek, insanlara biraz kulak kabartmaya başladım.

İki lise öğrencisi kız, yanımda ayaktaydı. Edebiyattan konuşuyorlardı, dinledim. Daha doğrusu Türkçe dilbilgisi hakkında konuşuyorlardı da, bu dersi sevmemelerini “Edebiyattan nefret ediyorum” diyerek dile getiriyorlardı, büyüyünce aralarındaki farkı öğreneceklerdi, bana düşmezdi, sustum :) Bana çok çarpıcı gelen diyalog da şu şekilde oldu:

- Ya büyük ünlü uyumu küçük ünlü uyumu falan hiiç bilmiyorum. Ne saçma şeyler.
- Aynen ya ben de.
- Sen hiç değilse dersanede falan öğrenmişsindir de, bende o da yok.
- Ya bir derste hoca bahsetti de, hiç dinlemedim, baya bilmiyorum.

Kabul ediyorum, biz de “Aa bilmiyor musun, bak hemen öğreteyim çok kolay” diye atılanlardan olmadık.-Bize umutsuzca yaklaşıp “Ben çözemedim de nasıl çözülüyor” diyenlere hariç-. Biz de çok şey bildiğimizi-hele ki dersle alakalıysa- göstermemizin, bizi ‘inek’ yaptığı günlerden geçtik, olabildiğince kaçınmaya çalıştık bizi öyle yaftalamalarından ama başarısızlıklarımızla övünmek de bir yere kadar. Ya da belki, başarısızlıklarımıza sığınmak. Bu diyalogun üniversitede yaşanması en muhtemel versiyonu da şu:

- Ya n’olucak bu bıkbıkbık sınavı?
- Abi derslere hiç gitmiyorum ki, hocanın adı ne onu bile bilmiyorum, sen hiç değilse gidiyorsun derslere.
- Gidiyorum da ortalamam …(kendince düşük bir sayı) zaten. Ne yüksek lisans ne bişe, kendimi zor kurtarıyorum.
Ta ilkokuldan beri süregelmiş öyle bir hal ki bu, belki hepimizde de var örnekleri, başarılarımızı söylemekten, hatta söylenmesinden köşe bucak kaçıyoruz. Üslup elbet önemli, bazıları öyle bir geriniyor ki, “Hay yapmaz olaydın o ortalamayı, hay çalışmaz olaydın şirkette” diyesimiz de geliyor ama işte zaten bu dengeyi kurabilmek marifet. Eksik gedik yanlarımızı, sosyal beğeniyi-insanlardaki azıcık kalmış merhameti- kazanmak uğruna sere serpe söylemekse istediğimiz, ne diye böyle kasıntısı olmayanların yaptıkları gözümüze giriyor. Değil işte, sen de ben de farkındayız, adam yapabildiyse var bir sebebi, elimizde minare kılıflarıyla gezmek niye? Hele zaten başarılı addedilen insanlar neden kendini yerin dibine sokma çabasında onu zaten çözebilmiş değilim. Yer yer sen de ben de bu hataya düşüyoruz, biliyorum, gördüm. Mütevazılık denen şey, kendini içesiye yermek değil ki, övülesi bir yanı söz konusu olduğunda, onu biraz olsun aşağı çekebilmek, sebeplerle temellendirilebilir hale getirmek. Tdk da arkamda bu konuda: Mütevazı(alçak gönüllü): Kendi değerini olduğundan aşağı gösteren, başkalarını küçük görmeyen, büyüklenmeyen (kimse).

“Fazla tevazu kibirdendir.” sözünü duydum duyalı, mütevazı kalmam gereken durumlarda nasıl karşılık verdiğime daha dikkat eder oldum. Çok sık denk gelmiyor zaten böylesi anlar da, olduğunda bari, makul davranmak, abartmamak en güzeli :)

Gideceğim yere gidip geldikten sonra, kafede arkadaşlarla otururken de tam bu olaydan bahsettim arkadaşlara. Başarısızlıklarımızı övünç kaynağı gibi sunma halimiz falan derken tam kalkıyorduk, yan masadan aynen şunları duyup bir sağlam güldük:

-Ya benim odada tek bir arkadaşım yok ya. Yurtta bir arkadaşı bile olmaz mı insanın?

Bu kafayla olmaz arkadaşım. Otur, çayını iç bitir, git yurduna, açacak iste kalem iste bir şey yap, bul kendine bir arkadaş, sonra da ortamı idare eden güldüren insan benim, beni seviyorlar diyerek ortalarda gezme.

Niçe amcam da çok güzel değinmiş: "Kendini aşağılan kişi yine de aşağılayan kişi olarak kendine saygı duyuyordur."

Hepimize “Beni aşağılayacak bir insan varsa o da benim” çabalarımızda kolaylık dilerken, ‘aşağılık’, ‘mütevazılık’ ve ‘kibir’ üçgeninde, en kararlı köşeyi sağlayabilmemizi de temenni ediyorum.

Saygı ve sevgilerimle :)

Ilgıt Teyhani
03.02.10