27 Haziran 2011 Pazartesi

Ben küçükken...

Ben okuma yazma öğrenirken dünya güzel bir yerdi. Annem babam gün boyu işteydi ve ben alt üst oturduğumuz anneannemleydim o sıralar. Hece tablolarına beraber yumuluyor, okumayı bir elden sökmeye çalışıyorduk. Erken davranan ben olmuştum. Benden bir on sene kadar sonra da o yetişmişti bana.

Küçükken annemden gizli yediğim dondurmaların tadı da bir başkaydı. Hazır alınanda türlü kimyasallar, pastanede yapılanın temizliğindense bin şüphe vardı ama anneannem “Kuzum bak sana dondurma aldığımı annene sakın söyleme yoksa kızışır bana. Şu ılık suyu da iç ki boğazın ağrımasın.” derdi, uyardım söylediklerine, ne bir 'kızışan' olurdu, ne de ağrıyan boğazım.

Annem babam, anneannemin rahatsızlandığı bir dönem beni kreşe vermeyi düşündüğünde ve anneannemle ben elele 'bana layık olanı' bulmak için kreş kreş dolaştığımızda bile dünya güzel bir yerdi. Hayatımın en sağlam tokatını o sınıfların birinde yemiştim ve anneannem güçlü kuvvetli kollarıyla bana sarılmış, “Daha benim yanımdayken dövüyorlar çocuğumu, bir de bıraksam ne olacak” demişti, çekip gitmiştik. Kreşe mreşe de yollamamışlardı bu sayede.

Havlayan oyuncak köpeğim varken hele, dünya mükemmel bir yerdi. O köpekle korkuturken ben anneannemi, onun “Ay ay” diye diye kaçmalarını arada bir gerçek sanabiliyor ve kahkahalarla gülüyordum o sıralar.

İnsanların batıl inançları olmasına rağmen güzel bir yerdi işte dünya. Bıçak elden ele verilirse o iki kişinin arası bozulurdu mesela ve anneannem yemek yaparken bizden bıçak istediğinde biz bıçağı hep hemen oracığa koyardık, o koyduğumuz yerden alırdı. Belki de bu yüzden, biz hiç darılmadık birbirimize. Hadi biz ona darılmadık orası kesin de, nerden biliyorum onun bize darılmadığını da canım. Darılan insan belli etmez mi, etmedi işte, belli ki darılmadı hiç…

Şimdi, şimdiki geniş zamanıma yayılmışken anılar ve acılar, bakıyorum da, dünya sandığımdan epey farklı bir yermiş. Büyümekten kasıt biraz olsun buysa, “Ben küçükken…”le başladığımız cümlelerde anlattıklarımız, şimdiki zamanımız olarak kalmaya en değer anlar(ımızmış) demektir. O anların giderek daha uzak geçmişte kalmasına bakınca hele, insanların yaşlandıkça 50-60 sene öncesini neden geçen günden daha net hatırladıkları, biraz daha anlaşılır geliyor.

- Bana en mutlu olduğun anı söyle.
- Bilmem… Anneni kucağıma ilk kez aldığımdaydı galiba…

24+3.06.11

13 Haziran 2011 Pazartesi

Deli Gözbebekleri!

“Ey sevda kuşanıp yollara düşen / Bilesin bu yollar dağlar dolanır / Yâre ulaşmadan düşersen eğer / Yarına sesinin yankısı kalır…” İbrahim Karaca

Umutluymuşuz. Bunu gördüm. Kafalarımızın içinde dönüp durdu madem bugün en az şunca cümle, hakikaten, ‘böyle gelmiş böyle gider’ci olmamışız demek ki. “Vay be, bir dönem de böyle geçecek ha?” “Ne bekliyordun ki?” “Bu kadarını da değil!” “Hayır, ne bekliyordun ki?” “Neden beklemeyeyim yav, neler neler oldu şu geçen zamanda. Hiç mi vurmamış kimseyi olanlar? Neyiz ki biz, öğrenci, öğretmen, mühendis, doktor, bankacı, işsiz… Hiç mi garipsemedik olanları? Hiç mi kendimizi satılığa çıkmış hissetmedik, hiç? Bir tek o kız mı düşürdü çocuğunu, bir tek Metin Lokumcu mu öldü, bir tek onlarca madencinin ailesi mi yas tuttu, bir tek bir buçuk milyon gencin sınavı, emeği mi yalan oldu? Hiç mi “Ulan işe bak, adamların yaptığına bak, yüzsüzlüğüne bak” demedik?”

Dedik. Her gün açtığımızda gazeteyi, çarpılırken bir yeni gelişmeyle daha, “Sana da günaydın, sana da…” dedik. En ortalık gazeteden bile okurken haberi, neresinin yalan olduğu, neresinin kelime oyunu olduğu bağırıyordu, duyarak okuduk. Haberin içinde olup da haber olmamayı öğrendik. 20000 kişi bir araya gelip de, parmakla sayılabilmeyi gördük. Onca komedi döndü, ama gevrek gevrek gülmedik hiç.

Çünkü biz bayılıyorduk aksaklıkları görmeye. Öyle çıldırmıştık ki gencimize yaşlımıza rahat batıyordu ve evimizde oturamıyor, biber gazıyla kafayı buluyor, polis copuyla sırt masajı ihtiyacımızı görüyorduk. Annelerimizin babalarımızın, abi ablalarımızın vakti zamanında yaşadıklarından ders çıkarmayı bilmiyor, konu komşudan duyduklarımızla uslanamıyorduk. Sonra bu yaşadıklarımızın mağdur edebiyatı tonuyla dinlenmesinden büyük bir zevk duyuyorduk çünkü istiyorduk ki akıllarında neye tepki gösterdiğimiz değil, başımıza ne geldiği kalsın. Hiç işimiz gücümüz yoktu da o yüzden bize kimin ne olduğunu 5 dakikada söyleyip bitirebilecek adamları can kulağıyla dinleyip sonra sıkılmaktansa, araştırmaya değer veriyorduk. Hatta biz öyle zıvanadan çıkmıştık ki, güzel günlerin geçmişte değil gelecekte olduğuna şiddetle inanıyor, şanlı diye öğretilen tarihleri elimizin tersiyle itiyorduk. Düşünsene, yıllar sürecek bir koşuda ismi hiç hatırlanmayacak koşucular, o koşuculara su verenler, ayaklarına takılabilecek taşı yolundan çekenler, onlara moral verenler olmaya yeltenmiştik ve ‘görmek nasip olur mu o günü’ bilemeden yaşamayı, yaşamak sayıyorduk.

Senin anlayacağın, biz bildiğin delirmiştik ve şimdi akıllanamıyoruz!

“ey
beni
ağzı açık
dinleyen adam!
belki arkamdan bana
bu kalbini
haykırana
“kaçık”
diyen adam!
sen de eğer
ötekiler
gibi kazsan,
bir mana
koyamazsan
sözlerime
bak bari gözlerime;
bunlar:
deli gözbebekleri!
gözbebekleri!”
Nazım Hikmet Ran