29 Nisan 2010 Perşembe

İçimdeki Torun

İçimde bir çocuk var. Kaç yaşında bilmiyorum. Hani büyümüş de küçülmüş derler ya öyle. Anlıyor da anlamazlıktan geliyor çoğu kez yaşadıklarımı. Elinde bir oyuncak, eviriyor, çeviriyor, şimdi sırtını da dönmüş bana, oturuyor öylece ama biliyorum yine kulak kesilmiş dinliyor beni, göz ucuyla hep izliyor, okuyor tüm sözcüklerimi. O böyle dönünce sırtını, ağlıyor mu gülüyor mu yoksa umursamıyor mu seçemiyorum. Bazen omuzları neden titriyor bilmiyorum, kıs kıs gülüyor mu yoksa iç mi çekiyor o sırada, soramıyorum.

Bazen bir heves yaklaşıyor yanıma, uzatıyor elindeki oyuncağı. Ben de bu sırada çoğunlukla, sevdiklerime çantamdan bir şeyler çıkarıp uzatmış oluyorum, üzeri hayvanlı yara bandı oluyor bazen bu, bazen rengârenk jelibonlar, bazen bonibon. Onlar gülümseyince ben de gülümsüyorum, içimdeki çocuk da takdir ediyor beni, beni seviyormuş, öyle dedi kaç sefer.

Bazen bir derdi oluyor da diyemiyor. Büzüştürüyor dudaklarını, bir masum oluyor ki ablası, abisi, hani yüzünü okşayıversen dökülecek gözlerinden inci taneleri. Düşünceli oluyorum işte ben de bu zamanlar. Elimi uzatmıyorum öyle hemen ki koyvermesin kendini ama, evlatları gurbette iyi mi, rahatı sağlığı yerinde mi diye düşünmekten her gece yatağında yarım saat dönmeden uyuyamayan anne babalar gibi oluyorum o böyle yapınca. O da gurbette çünkü. Onu buraya ben getirdim... İşte ses etmiyorum da, nesi var acaba, ne yapmalıyım diye düşünmeye başlıyorum. Düşündüğümü de çok belli ediyormuşum, öyle dedi arkadaşlar. Hakaret gibi geliyor bazen, gülesim de geliyor sonra, her an düşünmüyor muyum zaten diye. Yok işte bu başkaymış, gözlerimi dünyanın sol üst köşesinden sağ üst köşesine çeviriyormuşum, benden evvel fark ettiler.

Bazen çok kızıyor bana. Hatalarımı yüzüme vuruyor, hep de uyumadan önce yanımda kimsecikler yokken ben kafamı dağıtamazken yapıyor bunu. Hata yapmışım gibi geliyor ona da, dinletemiyorum işte bazen sebeplerimi. Kapatıyor kulaklarını ‘lalalala duymuyorum dinlemiyorum’ yapıyor. O sesini yükseltince böyle ben de istemdışı bir ‘cık’ yapıyorum. Kaçıyor ağzımdan o an. Daha duymadı kimseler, onunla benim aramda sır. Ben dışa vurunca kararlılığımı cık’lı bir dil, diş hareketiyle, susuyor, ilginç. Sonra izin veriyor uyumama.

Öyle tatlı istekleri var ki benden, keşke elimde olsa hepsini sunabilsem istiyorum, elimden gelenin fazlasından bile geçip, yalnız istediği kadarını. Ona da işte bazen yetmiyorum tek başına. İsteklerini değiştirmeye başladığında korkuyorum. Bir de bakıyorum nelerden nelerden vazgeçmiş. Sırtındaki fazlalıkları mı atıyor yoksa eksiliyor mu bilmiyorum…

Her ayağa kalkışında boyunun biraz daha uzadığını fark ediyorum. Kaç yaş büyüdü acaba o oturduğu ara, merak ediyorum. Boynuz kulağı geçmesin diye hoş etmeye çalışıyorum gönlünü, oyalıyorum ki dalgınlığına gelsin büyümek, yaşı geçmesin beni.

Yaşlanma korkusu falan değil bu, hepimiz yaşlanıcaz bir gün-ömrümüz yeterse- de, ben zaten dünyadakilere yoruyorum kafamı, bir de onun beyazlamasın saçları. İçimde bir ömür seveceğim bir çocuk olsun, ona bakınca dünyanın beni büyüttüğünü anlayayım, o da torununun ninesine aşkıyla sevsin beni. Torun baldan tatlı derler ya, gayelerimden biri işte, içimdeki çocuğun yıllar sonra bir gün artık içimdeki torun olması.

Nasılsa o hep çocuk benim gözümde, bari eteğine yapışacağı bir ninesi olsun ilerde, annesinden gizli haylazlıklar yapalım.

İçimdeki çocuk, bekler misin anneannen olayım?

Ilgıt Teyhani
29.04.10

16 Nisan 2010 Cuma

İnsanlığın Şiiri

Çoktandır aklımda bloguma yeni bir girdi yapmak ama hazır bahsetmişken bir şeylerden ‘kayda’ değer olsun istiyor insan ve dilinin ucunda her zaman bir sözü olmayabiliyor. Bu ara çok okuma yapmamın da etkisi sanırım, bir değişime dönüşüme uğradığımı hissediyorum. Salonda koşarken banttan inip 'dur bakim bir tartılayım kaç kilo vermişim' demeyiz ya hani, onun gibi bir şey sanırım bu. Koşu devam etsin istiyorum yalnızca, vakti gelince duracağımdır diyorum.

Pek sevmem başkalarının sözlerini kullanmayı, ama lafa giriş cümlesi olmaya yakışır bazı sözler vardır, kendi diyeceklerimize ön ayak olur. TK hocalarımızdan birinden duyduğum bu çeşit bir cümle aklımda: “Yazar bahsedebileceği milyonlarca şey varken, neden bunu anlatmayı seçmiş diye sormalı kendimize.” Sanırım yazmanın, konuşmadan sohbetten en önemli farkı bu. Bir masada otururken sana ayrılan bir saatte pek çok konudan bahsedebilecekken, okunman durumunda sana ayrılan vakti daha verimli kullanman şart oluyor. Çünkü masadaki şahıs gözlerinin içine baka baka kalkıp gitmeyecektir muhtemelen ama yazını okumaktan her an cayabilir, dikkatini bir başka şeye yöneltebilir. Okunmak okunmamak kaygısıyla yazılmaz elbette, ama yazıyı okunur kılmak da yazanın sorumluluğudur bir yerde çünkü okur yüzünü görmediği, sesini duymadığı bir şahsa zaman ayırarak lütufta bulunmuştur. Yazanın kolay kolay haberinin dahi olmayacağı bir lütufta…

Bu lütfu hak eden şaire yazara ne mutlu. Var edebiyatımızda böyle, kaç tanesini saysam ille eksiğimin kalacağı. Can Yücel geliyor aklıma, bir görüşünü paylaşayım istedim. Can Yücel’e göre bütün şairler aynı şiire dize eklerler. İnsanlığın şiirini yazmaktadır tümü. Ancak insanlık son bulduğunda tamamlanacak bir şiirdir bu ve içinde insana dair her şeyi barındırır. Tarih tekerrür etmiştir, benzer şeyler yaşanmıştır, yalnız, dize tekrarına düşülmez, her şair kendinden bir şey katmıştır o tarihe. Kendi yaşamını da buna benzetiyor olsa gerek ki, şunu yazmış:

yaşamayı yaşamak istiyorum, demiştim,
neylersin ki bu damda bu dem
ayaklarımla uyaklarımda zincir,
böyle topal koşmakla geçiyor günlerim,
oysa -medhetmek gibi olmasın kendimi ama-
yaşamım benim en güzel şiirim.


Yazdığımız yazmadığımız bütün şiirler birbirine ulanır belki ömrümüzde. Kesikli değil hayatlarımız, malum, bir nedensellikle sürüyor. Taşlar yerine oturmuyor hissine kapıldığımızda da kendimize “neden bugün(üm) böyle?” diye sormamız ve doğrulukla yanıtlamaktan korkmamamız gerekiyor. Çünkü ancak o nedeni bulabildiğimizde, değiştirmek istediğimiz ne varsa ona karşı koyabilir hale geleceğizdir. Bazen kendimizi buluruz karşımızda ve kendimize karşı koymanın, bir dur demenin vaktinin geldiğini anlarız. Geriye de ‘nasıl’ ve ‘ne zaman’ kalıyor ki, yaşamımızın kalanı bunlarla şekilleniyor.

“İnsan kendi gibi olmak istediğinde mutluluğun özünü yakalar” demiş Erasmus. Kendiliğimizi seçmek elimizdeyken, doğru kararı verebilmemiz, doğru yanda durabilmemiz dileğiyle…

Şimdi dilimin ucunda bir soru: İnsanlığın şiirinde, doğrudan ya da dolaylı, kalemi eline aldın ya da almadın, hangi dizelerde payın var ve hangileri senin eserin?

Ilgıt Teyhani
16.04.10