19 Aralık 2011 Pazartesi

“Ben Düzgün Aydın!”

"Oradayken zaman mefhumu kalmıyor. Zamanın geçtiğini polislerin sesi değişince anlıyorduk."


Üzerinden OTUZ sene geçse de unutamayacağı şeyleri yaşarken insan, yalnız olmadığını bilmek artık korkunçtur.

Üzerinden OTUZ sene geçse de koca bir halkın, milyonların belleğinde dün gibi duruyorsa yaşananlar, birileri için yatağında ölmek artık lûtuftur.

Üzerinden OTUZ sene geçse de unutulmayacakların ne zaman yaşanmaya başlandığı ve ne zaman biteceği bilinmiyor, yani bir türlü eskimiyor ama yeni de gelmiyorsa, kimin payına neyin düştüğünü değiştirmek çoktandır şarttır.

“Kötü adamlar kötü olduklarını biliyor mu baba?”

6 Kasım 2011 Pazar

Deve Muhabbeti

Benden çok bahsettim. Biraz da senden konuşalım:

Sana özgeçmişini sorduklarında somut şeylerden bahsettiğini biliyorum. Genelde yasallığı olan şeyler bunlar hatta, nerede doğduğun, nerelerde okuduğun, nerelerde çalıştığın, nelerle ile ilgilendiğin… Peki ya, “Bugün böylesin, çünkü…?” dense. Sürekli kimi değişiklere uğrasa da, çizgilerinin neden burada beriden, şurada öteden, burada bu kadar net, orada bu kadar silik, kararsız olduğu sorulsa? Yani senin hangi süreçlerden geçip BU olduğun sorulsa, ne derdin?

Yaşadıklarından neleri çizgilerinde noktacık olmaya değer bulurdun? Nelerden, nelerden bahsetmezdin kimbilir. Senin için sanki hiçbir şeyi değiştirmemiş, sende hiç etki bırakmamış neler, neler, gelmezdi aklına. Sonradan oturup sakince düşününce, aslında nelerin de seni etkilediğini düşünürdün?

Bir şeylerden etkilenmemek mümkün mü bilmiyorum. Etkilenip etkilenmediğimizi, yani sınırlarımızın aslında ne olduğunu çok da deneyimleyemiyoruz zaten. Sanırım o sınırlara yaklaşmamayı diliyoruz da. Sınırlarımızı zorlamayanları yakınımızda tutup, sınırlarımızın dışında kalanları ya da sınırlarımızla oynayabilecek gibi olanları öteliyoruz. Yani işte, değişmemekten yanayız, bunun için görüştüğümüz buncası var, ama görüşmediğimiz pek pek pek çoğu.

Bazılarına değişimizde şu ya da bu şekilde etkisi olma hakkı tanıyoruz, ki işte onlar, yanımızdakiler oluyor.

Bazılarınıysa gerek bizi değiştirmelerini istemediğimiz için, gerekse bizi zaten değiştiremeyecekleri için uzağımızda tutuyoruz.

Öyleyse, değişmek de istiyoruz, ama neye nasıl dönüşeceğimizi kendimiz seçmekten yanayız. Kendi seçimlerimizin umursanmadığı ve kontrolü kaybettiğimiz yerleri ise, bizde “katkısı” olan şeylerden sayıyoruz. Her ne kadar “Ben hep böyleydim zaten” de desek, neden o anları hatırladığımız, sanırım düşünmeye değer. Boş zamanımızda da olsa.

İçinden çıkabilen olursa haber etsin.

Sevgiler :)

26 Ekim 2011 Çarşamba

Atış Serbest

Soyadımız Tayhan'mış aslında. Babamlardan bir nesil önce nüfus memurunun canı "Teyhani" yazmak istemiş, Teyhani olmuşuz. Türkçe çağrışımı -bütün çocukluğumda böyle dalga geçildiğinden bildiğim- "teyyare" olan, hiçbir dilde anlamı olmayan Teyhani bir yana, "Tayhan"ın Osmanlıca'da anlamı "boş ve gereksiz işlere itiraz eden kimse"


Anlam muhabbetini geçtiysek, anlaşılma olayına gireyim. Çünkü soyadımı ne kadar sevsem ve saçma bir şekilde adımla uyumlu bulsam da, yürek daralması açısından en zorluk çıkaran tarafı anlaşılma kısmı oluyor.

Ilgıt Teyyani(1 yaklaşık), Reyhani, Tashan, ve bugün rastladığım, Tahani -bunu yazan soyadıma bakarak diğer kağıda böyle işledi-.

Telefonda isim söylerken soyadı çok da önemli değilse babam annemin kızlık soyadını kullamayı tercih eder mesela.

- Hasan Teyhani
- Hasan ...?
- Teyhani
- T?
- Hasan Demir. Demir. -bu ana ilk şahit olduğumda küçüktüm ve başta çoook komik gelmişti, epey gülmüştük-

Bana Ilgın, Ilgım, Ilgaz, İlgen, Itır gibi serbest çağrışımla seslenildiğini gördükçe ise Hasan Demir benim için bıkkınlıkla(ve serbest çağrışımla) söylenen bir Ayşe Demir oldu hep.

"Ilgıt gıt gıt gıdaaak yumurtam sıcaaak inanmazsan gel de baaak"

Bir seferinde bir forma "Adı:"nın karşılığına olması gerektiği gibi "Ilgıt" yazmıştım da görevli "Buraya sayı yazmayacaksınız adınızı yazacaksınız." demişti. (iç sesim: "Hö? 11914?") "Ben soyadı kısmına hiç girmeyeyim isterseniz" "Hö?" "Hö ya hööö"

İşte tüm bu sebeplerden, annemle babam evlendiğinde anneannemin söylediği cümleyi senede 10 kez falan hatırlarız ailecek. "O misilli soyadını bıraktın gittin"

Ne yazık ki bu hikayeden çıkarılacak hiçbir ders yok. Bu da böyle bir anımdı.

19 Ekim 2011 Çarşamba

Kuyuda Taş Sektirmece

Bir insana bizim için değilse bile kendisi için ne kadar değerli olduğunun öğretilebileceğinden şüphem var.
Zaten böyle bir cümle ile inandırmak hayli güç olacaktır ama, bencilliğin değil, öz değerin öğretilebilir olup olmamasındayım ben.
Hem insana bir şey öğretilebilir mi?
Yoksa insan öğrenir mi?

27 Haziran 2011 Pazartesi

Ben küçükken...

Ben okuma yazma öğrenirken dünya güzel bir yerdi. Annem babam gün boyu işteydi ve ben alt üst oturduğumuz anneannemleydim o sıralar. Hece tablolarına beraber yumuluyor, okumayı bir elden sökmeye çalışıyorduk. Erken davranan ben olmuştum. Benden bir on sene kadar sonra da o yetişmişti bana.

Küçükken annemden gizli yediğim dondurmaların tadı da bir başkaydı. Hazır alınanda türlü kimyasallar, pastanede yapılanın temizliğindense bin şüphe vardı ama anneannem “Kuzum bak sana dondurma aldığımı annene sakın söyleme yoksa kızışır bana. Şu ılık suyu da iç ki boğazın ağrımasın.” derdi, uyardım söylediklerine, ne bir 'kızışan' olurdu, ne de ağrıyan boğazım.

Annem babam, anneannemin rahatsızlandığı bir dönem beni kreşe vermeyi düşündüğünde ve anneannemle ben elele 'bana layık olanı' bulmak için kreş kreş dolaştığımızda bile dünya güzel bir yerdi. Hayatımın en sağlam tokatını o sınıfların birinde yemiştim ve anneannem güçlü kuvvetli kollarıyla bana sarılmış, “Daha benim yanımdayken dövüyorlar çocuğumu, bir de bıraksam ne olacak” demişti, çekip gitmiştik. Kreşe mreşe de yollamamışlardı bu sayede.

Havlayan oyuncak köpeğim varken hele, dünya mükemmel bir yerdi. O köpekle korkuturken ben anneannemi, onun “Ay ay” diye diye kaçmalarını arada bir gerçek sanabiliyor ve kahkahalarla gülüyordum o sıralar.

İnsanların batıl inançları olmasına rağmen güzel bir yerdi işte dünya. Bıçak elden ele verilirse o iki kişinin arası bozulurdu mesela ve anneannem yemek yaparken bizden bıçak istediğinde biz bıçağı hep hemen oracığa koyardık, o koyduğumuz yerden alırdı. Belki de bu yüzden, biz hiç darılmadık birbirimize. Hadi biz ona darılmadık orası kesin de, nerden biliyorum onun bize darılmadığını da canım. Darılan insan belli etmez mi, etmedi işte, belli ki darılmadı hiç…

Şimdi, şimdiki geniş zamanıma yayılmışken anılar ve acılar, bakıyorum da, dünya sandığımdan epey farklı bir yermiş. Büyümekten kasıt biraz olsun buysa, “Ben küçükken…”le başladığımız cümlelerde anlattıklarımız, şimdiki zamanımız olarak kalmaya en değer anlar(ımızmış) demektir. O anların giderek daha uzak geçmişte kalmasına bakınca hele, insanların yaşlandıkça 50-60 sene öncesini neden geçen günden daha net hatırladıkları, biraz daha anlaşılır geliyor.

- Bana en mutlu olduğun anı söyle.
- Bilmem… Anneni kucağıma ilk kez aldığımdaydı galiba…

24+3.06.11

13 Haziran 2011 Pazartesi

Deli Gözbebekleri!

“Ey sevda kuşanıp yollara düşen / Bilesin bu yollar dağlar dolanır / Yâre ulaşmadan düşersen eğer / Yarına sesinin yankısı kalır…” İbrahim Karaca

Umutluymuşuz. Bunu gördüm. Kafalarımızın içinde dönüp durdu madem bugün en az şunca cümle, hakikaten, ‘böyle gelmiş böyle gider’ci olmamışız demek ki. “Vay be, bir dönem de böyle geçecek ha?” “Ne bekliyordun ki?” “Bu kadarını da değil!” “Hayır, ne bekliyordun ki?” “Neden beklemeyeyim yav, neler neler oldu şu geçen zamanda. Hiç mi vurmamış kimseyi olanlar? Neyiz ki biz, öğrenci, öğretmen, mühendis, doktor, bankacı, işsiz… Hiç mi garipsemedik olanları? Hiç mi kendimizi satılığa çıkmış hissetmedik, hiç? Bir tek o kız mı düşürdü çocuğunu, bir tek Metin Lokumcu mu öldü, bir tek onlarca madencinin ailesi mi yas tuttu, bir tek bir buçuk milyon gencin sınavı, emeği mi yalan oldu? Hiç mi “Ulan işe bak, adamların yaptığına bak, yüzsüzlüğüne bak” demedik?”

Dedik. Her gün açtığımızda gazeteyi, çarpılırken bir yeni gelişmeyle daha, “Sana da günaydın, sana da…” dedik. En ortalık gazeteden bile okurken haberi, neresinin yalan olduğu, neresinin kelime oyunu olduğu bağırıyordu, duyarak okuduk. Haberin içinde olup da haber olmamayı öğrendik. 20000 kişi bir araya gelip de, parmakla sayılabilmeyi gördük. Onca komedi döndü, ama gevrek gevrek gülmedik hiç.

Çünkü biz bayılıyorduk aksaklıkları görmeye. Öyle çıldırmıştık ki gencimize yaşlımıza rahat batıyordu ve evimizde oturamıyor, biber gazıyla kafayı buluyor, polis copuyla sırt masajı ihtiyacımızı görüyorduk. Annelerimizin babalarımızın, abi ablalarımızın vakti zamanında yaşadıklarından ders çıkarmayı bilmiyor, konu komşudan duyduklarımızla uslanamıyorduk. Sonra bu yaşadıklarımızın mağdur edebiyatı tonuyla dinlenmesinden büyük bir zevk duyuyorduk çünkü istiyorduk ki akıllarında neye tepki gösterdiğimiz değil, başımıza ne geldiği kalsın. Hiç işimiz gücümüz yoktu da o yüzden bize kimin ne olduğunu 5 dakikada söyleyip bitirebilecek adamları can kulağıyla dinleyip sonra sıkılmaktansa, araştırmaya değer veriyorduk. Hatta biz öyle zıvanadan çıkmıştık ki, güzel günlerin geçmişte değil gelecekte olduğuna şiddetle inanıyor, şanlı diye öğretilen tarihleri elimizin tersiyle itiyorduk. Düşünsene, yıllar sürecek bir koşuda ismi hiç hatırlanmayacak koşucular, o koşuculara su verenler, ayaklarına takılabilecek taşı yolundan çekenler, onlara moral verenler olmaya yeltenmiştik ve ‘görmek nasip olur mu o günü’ bilemeden yaşamayı, yaşamak sayıyorduk.

Senin anlayacağın, biz bildiğin delirmiştik ve şimdi akıllanamıyoruz!

“ey
beni
ağzı açık
dinleyen adam!
belki arkamdan bana
bu kalbini
haykırana
“kaçık”
diyen adam!
sen de eğer
ötekiler
gibi kazsan,
bir mana
koyamazsan
sözlerime
bak bari gözlerime;
bunlar:
deli gözbebekleri!
gözbebekleri!”
Nazım Hikmet Ran

4 Mayıs 2011 Çarşamba

İç sesin mi var, derdin var!

1) Yılın ortasına geliyoruz haberin var mı? Zaman çok mu hızlı geçiyor ne?
2) Fotoğraflarını karşılaştırıp büyüdüğünü görmek şimdilik güzel, birkaç kırışık falan yerleşiyor oh mis, gülümsedikçe sıkıntı yok.
3) Seyahate kimle çıktığın hakikaten önemliymiş yahu. Yoruluyorsun, acıkıyorsun, susuyorsun, hayır sussan neyse, bir de sen bayağı konuşuyorsun. İnsanın işte o anlarda yaşadığının adı yanındakine katlanmak olmamalı. Katlanmak diye bir şey yok, birikme var. Yola katlanmana gerek olmayacak kimselerle çık. Sen şanslıydın da, yola senle çıkanları bilmiyorum :) Yani işte, birileriyle yola çıkacağında iyi düşün, çıktıktan sonraysa tavsiyem, artık pek düşünme.

4) Kimi yapışkanlara hak ettikleri gibi davran, hak ettiklerini biliyorlar, sen de yüreğini yormamış oluyorsun. Gurbet ellerde sana Müslümanlıktan dem vurup “senin için dua ederim” diyen teyzeye, hak ettiğinden emin olduğun noktada, “verecek param yok teyze, sen git, ben senin için söz dua edicem” de. Onun yanından geçip gittiğini gören ve sana “ona verdin madem, bana niye vermiyorsun birkaç euro” diyen teyzeyeyse “korkma ona da vermedim para, şimdi gidiyorum kal sağlıcakla” diyip dememek de sana kalmış.

5) Turistsen kesin pazarlık et. Kazsan bilemem.

6) Pazarlığı Müslüman din kardeşliği üzerinden götürüyorsan alacağın şeyin süslü püslü haç olup olmadığına dikkat et, olay anında tezat, sonrasındaysa komik kaçıyor. Güzel yani.

7) İnsanların çalışıp paramı kazanıcam, daha çok daha çok kazanıcam gibi bir dünyaya mahkum olmadıklarını aklından çıkarma, “tembellik hakkı”nı iste. Dükkanı kapatma saati, sana yeteni kazandığın saattir, kafanda çalışma saati bittiğinde müşteri kâr eylemez, ömürden yer. Ha sana yeteni kazanmak için de gün boyu didinmen gerekiyorsa, orda var bir yanlışlık. Bakma sağına soluna, aç televizyonu, çalıştığın ülkenin haberlerini, gündemini izle. Diyorum ya, var bir yanlışlık.

8) Gece saatinde belediye işçisi çöp toplayan kadın olmak senin için sıkıntılıysa, gündüz vakti de aynı sıkıntıyla karşı karşıyasın, yalnızca dozu düşük olduğundan normalleştirmişsin demektir. Nerede hangi saatte çalışıyor olursan ol, o sıkıntı yakandan düşmez.

9) Her yerde “Sen olmadan bir eksiğiz.” gerçeği var madem, tam olsun istediğin için “bir” olmaktan geri durma. Halamın bıyığı olsa amcam olmazdı ama sen “de” olsan bir şeyler tam olurdu.

10) Pürüzsüz mutlu olamayacak kadar büyüdük. Okuma yazmamız var ordan biliyorum. Biz okula başlamadan önceydi “ben o yeri çok sevdim baba, oraya bir daha gideriz di mi” gibisinden bir hayalini, özlemini dindirmeye tek bir “gideriz kızım” sözünün yettiği vakitler. Zamanın bilincine vardığında koptu ip. İşte bu yüzden, kendini neredeyse mutlu hissettiğin anlarda, mutlu olmadığını sanma. Ya da işte, başka bir şey koy adını, ama yine güzel olsun.

11) Tutkuların eksik olmadığı bir hayat daha güzel gibi. Büyük tutkularım olsun diye didinip de Ferrari pilotluğuna başlamaya da gerek yok tabi. Sevdiğim dizinin her bölümü, takdirle takip ettiğim derginin her yeni sayısı-maddi güçlüklerle baş edebiliyor olması-, zaman zaman güzel bir cümle kurabiliyor olmak, olmazsam olmayacağına inandığım yerde olmak, benimkilerden birkaçı mesela. Tutku, kilit.

12) İzlediklerimizle, okuduklarımızla, duyduklarımızla, çok fazla etkiye maruz kalıyoruz. “Bu ise bu”larının keskinleştiği yerlere dikkat et, belki de sen o değilsindir, hatta belki kimse o değildir, herkes öyle davranılması gerektiğini görmüş, okumuş, duymuştur da, ondan rol yapıp duruyordur. Kendin ol diyip abartmayacağım, sen kimsin ki la? Arın sadece. Peki ben mi kimim? İç sesinim ya, hiç akıl kalmadı bu kızda hiç.

13) Pollyanna’nın lanet bir masal kahramanı olduğunu çoktandır biliyor gibisin ha? Aferin.


14) İç sesinim diye bana hayat boyu güvenmeye kalkacaksan hiç konuşmayalım. Bugün böyle söylerim, yarın başka türlü, hep beni dinleyeceksin de kabak hep benim başıma patlayacak, suçlu hep ben olucam di mi? Hayır hayır, gerçekten bu şartlarda çalışamam, teşekkür ederim. Efendim? Beni hep bonibonla mı besleyeceksin? Tamam öyleyse, anlaştık. Kapakları benim olur ama!

9 Ocak 2011 Pazar

Keşke Yalnız Bunun İçin...

Ne zamandır odamın boş kalan tek duvarına asmayı düşündüğüm bir takvim vardı. Takvimde her güne bir kutucuk ayrılmış olacaktı ve ben kendi “belirli gün ve haftalar”ımı oluşturacaktım. Hep aklımda taşıdığım tarihleri, bir takvime yerleştirmek... 3 Haziran ‘63-Nazım, 2 Haziran ‘91- Ahmed Arif, 13 Aralık ‘80- Erdal Eren… İnce post-it’lere yazıp yapışıtıracaktım bir bir. Ne var ki, kağıt ne kadar büyük de olsa 365 güne kutucuk kutucuk bölemeyeceğimi fark edip, fikrimi biraz demlenmeye, biraz da gelişmeye bırakmıştım. Oraya yazacağım bir önemli gün daha vardı ki, o günün bugün olduğunu saat 17:00 itibari ile fark etmek, hayıflanmama sebep oldu.

Kiminin “Üvercinka”sı, kiminin “Keşke Yalnız Bunun İçin Sevseydim Seni”si, kiminin “Fotoğraf”ı, kimininse "Sevda Sözleri"…

9 Ocak ’89 – Cemal Süreya…

Biliyorsun ben hangi şehirdeysem
Yalnızlığın başkenti orası

Bir de yine sevgili çocuk
Biliyorsun kişi tutkularıyla
Yalnızlığını adlandırıyor o kadar

(Göçebe)


Bana hep anne özlemini anımsatır Cemal Süreya. “Annem çok küçükken öldü / Beni öp, sonra doğur beni”sine eşlik eder, annesinin daha yirmi üçünde vefatı ve üvey annesinin, küçük Cemalettin’in kız kardeşini saçlarından tutup kuyuya sarkıtışı…

Sonra gülümseyerek hatırladığım bir anıdır, ortaokuldayken, sevdiği kızıl saçlı Seniha için yazdığı “Kızıl Mısralar” başlıklı şiiri, arkadaşının “Yahu ne yapıyorsun sana komünist derler!” sözü üzerine, “Yeşil Mısralar”a dönüştürmesi…

Seni sevdiğim anda her şeyim kızıl oldu
Masmavi defterime kızıl satırlar doldu.


Seneler sonra evlenirler de Seniha ile. Hasan Basri’ye yazdıkları mektubun bir kelimesi Cemal’in, diğer kelimesi Seniha’nın, bir sonraki yine Cemal’in, ve sonra yine Seniha’nındır. Böyle sürer tüm mektup. Mektubun hayatlarımızdan elini eteğini epeyce çektiği şu yıllarda, mektup yazımına hala değer verenlerimizde bu belki “Nasıl aklıma gelmedi böyle yapmak, ama işte fazlaca özgün ve yapılmış bir kere…” etkisi yaratabilecek güzelliktedir.

Ellerini alıyorum sabaha kadar seviyorum
Ellerin beyaz tekrar beyaz tekrar beyaz
Ellerinin bu kadar beyaz olmasından korkuyorum

(Gül)


Aşkı, “aynı masada mektuplaşmak” olarak tanımlayışıysa bende hep, şairin ne demek istediğini çözümleyeyim derken şiiri delik deşik etme korkusu ve duyarlığını nüksettiriyor. Yine kendi satırlarıyla varıyorum en net cevaba, ütopyasının “kendi mektubunun postacısı olan kız” oluşuyla.

Ama kadınlar, Tanrım,
Öyle sevdim ki onları,
Gelecek sefer
Dünyaya
Kadın olarak gelirsem,
Eşcinsel olurum.

(İnsan Gibi)


Magazinselliğe düşkünlüğümüz fazlasıyla karşılığını buluyor Cemal Süreya’da, onlarca kez âşık oluşu ve yaptığı beş evlilikle. Nazım hakkında edebileceği bir çift lafı varsa, birinin komünistin teki(!) vatan haini oluşu, diğerinin Piraye-Vera çekişmesi olacağından emin olunan bir nesilden, daha fazlasını beklemek, “çok bekle”tiyor… Eşi Zuhal Tekkanat için söyledikleri, “Aldanma ki şair sözü, elbet yalandır”ın ötesine geçiyor bende.

"Sana rastladığım sıralar yıkıntılıydım. Sen onardın beni. Tuttun elimden kaldırdın. Ben de ekmek gibi öptüm, alnıma koydum, seni kutsadım."


Kırar sonra beni Süreya. Hani toplumcu şiirlerin der, parmakla sayarım. "Onlar için minibüs şarkısı" şiirini öpüp başımın üstüne koyarım.

Ulusçudurlar bunun kanıtı olarak viskiyi kâseyle içerler
Ama batılıdırlar da lahmacuna havyar sürecek kadar
...
Çincede demagoji olanağı var mıdır?
Arpaçay ne ilçedir?
Atçalı Kel Memet mi Manisalı Kör Bayram mı?
Yarın mı öbürgün mü?
Sorulardan korkarlar;
Yine de yanıtları hazırdır her şeye:
...dığı gibi, ...mekle birlikte, ...na karşın...
...


“Keşke yalnız bunun için sevseydim seni” serisinin Sülünün Yüzü şiirinde sorduğu “Tanrım siz şu uzun Anadolu’yu çocukluk günlerinizde mi yarattınız?” sorusunu Afyon Garındaki şiirinde tekrarlayışı, ve o dizelerin o şiire de, Anadolu’ya da böylesi yakışıyor oluşu ise, hangi ruh halinde olursam olayım, beni hep içine alır.

Afyon garındaki küçük kızı anımsa, hani,
Trene binerken pabuçlarını çıkarmıştı;
Varto depremini düşün, yardım olarak Batı'dan
Gönderilmiş bir kutu süttozunu ve sutyeni.

Adam süttozuyla evinin duvarlarını badana etmişti,
Karısıysa saklamıştı ne olduğunu bilmediği sutyeni,
Kulaklık olarak kullanmayı düşünüyordu onu kışın;
Tanrım gerçekten çocukluk günlerinizde mi?

Eşiklere oturmuş bir dolu insan
Keşke yalnız bunun için sevseydim seni.


Son olarak, ölmeden bir gün önce değil fakat, ölümü için yazdığı o “Üstü Kalsın“ şiirinin hikayesi, en az o şiir kadar güçlü gelir.

“Üç yıl önce çok karamsardım. Kendime göre bir ömür uzunluğu biçmiştim. O şiir o’dur. Bunun için lokman hekim söylencesinden çıkış yaptım. Lokman Hekime uzun ömür verilmiş ve bunu kendisinin saptaması istenmiş. O da çok yaşayan bir kuşun, kartalın yaşam süresini temel almış. Kartalın 80 yıl yaşadığı varsayılıyormuş o çağda. Lokman hekim yedi kartalın hayatını ardı ardına yaşamış. 7x80=560. Beş yüz altmış yıl yaşamış. Ben de kendime kırlangıcı seçmiştim. Yedi kırlangıcın hayatını ardı ardına yaşamalıydım. Biliyorsun kırlangıç 9 yıl yaşar, gerisini hesapla işte.”

Hayattan 4 yıl alacağı kalmış Süreya’nın. Hayata verdiklerinin bir kısmınıysa, ara ara dönüp okuyoruz işte.

ikinci bir parıltı var senin bakışlarında
keşke yalnız bunun için sevseydim seni


Şair ölümü hüznümün bugünkü konuğusun Cemal Abi. Kendisini çok sevmesem de, Haydar Ergülen’in şiiri yakışıyor sanki üzerine, ne dersin?

Bu rakıyı diyorum Cemal abi
bu rakıyı içmek seninle
Kars'a gitmek gibiydi

Senin şiirinde diyorum Cemal abi
rakı uzun içilirdi
Kars'a uzun gidilirdi

Senden sonra diyorum Cemal abi
Kars'a şiir gitmiyor
Kars kısa, rakı tatsız
senden sonra şiirde
her şey dibe çöküyor
anla, öyle yalnızız



Ilgıt Teyhani
09.01.11