31 Aralık 2012 Pazartesi

Yeni(mi)yıl


Yeni yılın sadece takvim değiştirdiğini anlayınca yeniden küçülür insan bir gün. Yeni yılın yeni yaş olduğu günlerden, bunu tekrar anladığı güne kadar arada geçen ‘yeni yıldan bir şeyler bekleme, yeni yılın bir şeyler getirecek olması’ heyecanı, yerini, hayatını takvimlerle pek uyuşmayan parçalara bölmeye bırakır. Doğum günlerinin değiştirdiği yaşsa sadece resmi formlarda doldurduğun bir kutucuktur. Eğlenmen beklenir bu günlerde, kimdir bekleyen desen o da belirsiz, çünkü mutlu olup olmaman kimseyi ırgalamaz çoğu zaman, eğlenip eğlenmemense ırgalar, çünkü berabersinizdir. En çok yılbaşlarında ve doğum günlerinde hissedersin bunu. Herkes, ‘hadi hep beraber, hiçbir şey olmamış gibi yapalım’cılık oynar. Sanki her şeye anlam verebiliyormuşsuncasına inançla düşünürsün bu çabanın anlamını. Anlamadığın milyonlarcacık şeyin yanına eklersin, durur orda bir süre, güneş doğar batar, periyod tamamlanır ve yine düşünürsün...

Geçmiş yılbaşlarını düşünürsün, yeni yılın ne getireceğinin umrunda olmadığı ya da bayağı bir umrunda olduğu 31 aralık akşamlarını düşünürsün. Bir çekyatın üzerinde elinde televizyon kumandasıyla girdiğin yılbaşlarına, bir kalabalıkla geri sayarak havai fişek gösterisi seyrettiğin yılbaşlarını eklemişsindir. Hiçbir şey olmamışçılık oynamayı ilk öğrendiğin ‘önemli günler’e, bunu iyi becerebildiklerini eklemişsindir. O günlerde neler düşündüğünü düşünürsün.

“Sevgiliyi her öpüşümdeydi belki yeni yıl, bu yıl az yaşlandım...”

Bir zamanlar çok küçükken ben, 31 aralık akşamlarından büyük heyecan duyuyordum. Hatırladığım ilk yılbaşı anısı da işte ben o kadar küçükkenki. Benim için 1 ocak, artık 1 yaş daha büyük olduğumu söyleyebilmem demekti ve 31 aralık yeni yılın en sevdiğim yemeklerin bir arada olacağı diğerlerinden azıcık da olsa farklı bir akşamdı. Öğlenciydim ve eve gitmek için sabırsızlandığım bir gün geçirmiştim. Anneannemgildeydik ve anneannemin o ara üniversitede okuyan bir yeğeni de bizimleydi. Bir kenarda, sevinçle, okulda öğrendiğim yılbaşı şarkısını söylüyordum.  Konuya nasıl girmiş olabileceğimizi bugün hatırlamamakla beraber, Özcan abinin şu söylediklerini hiç unutmadım. “Zaman kendini tekrarlamaz Ilgıt, döngüsel değildir. Zaman süreklidir, ardışıktır.” O an gerçekten bütün sesler kesildi mi bilmiyorum ama, o anın hemen sonrasını sessizlikle hatırlıyorum. Bir de şaşkınlıkla baktığımı. Kafamda bir şeyler susmuştu. Bunun benim hayatımda neyi değiştireceğini anlamaya çalışıyordum belki de.

Büyüdükçe her yılı bir şeyler getirip götüren bir zaman dilimiymiş gibi görür olduk. Yeni yılın neler getirip neler götürdüğü sorgulamasında, hayatıma yeni katılan ve hayatımdan eksilen insanları düşündüm. Ölümleri ve doğumları. Ve her yeni yılda, orta halli bir ailenin küçülen sofrasını ve geçim dertlerini gördükçe, “mutlu yıllar” sadece lafta kaldı. Yıldan yıla değişen bir şeyler vardı ve bunlar günden güne değişen ve değişmeyen şeylerin bütünüydü. Böyle olunca da yer yer ‘hiç bir şey olmamışçılık’ oynamayı öğrenmek kaçınılmaz oldu.

“İnsan, çocuktan katil yaratabiliyor ama katilden çocuk yaratamıyor.” demiş biri. Zamanın bize yaptığı da bu. Var olan bizin, karşıtıyla etkileşimi, değişimi ve dönüşümü. Sadece ara ara bakıyoruz, nereden nereye geldiğimize ve hamurumuza hangi aralar maya çalındığını, o mayayı özümsediğimizde anlıyoruz. Bu anlamda yeni günlerin neler getireceği, geçmişimizle fazlaca ilintili olacak ama şaşırtıcı değil.

Yaşamaya değer günlerin hatrına, herkese iyi değişimler olsun:)

Güne en yakışır dilek de, Kazım Koyuncu’dan gelsin... 
“Elbette mümkün değil ama, her şey gönlünüzce olsun.”

24 Aralık 2012 Pazartesi

Öz(mü)geçmiş


“Başarılı bir öğrenci” olarak geldiğim okuldan, bildiğimiz anlamda “başarılı” olmayabileceğimi de defalarca görmüş ve  artık öğrenmiş halimle mezun oluyorum-sanırım-. Başarıya koşullanmış bir nesil yetişti madem, neslimizdeki her gencin bu ve benzerlerini bir gün yaşamasını, toplumdaki narsist ve egoistlerin bitmesini ne kadar istiyorsam, o kadar içten temenni ediyorum. Başarının bu demek olmadığı dünyayı kurduğumuzda ise, bu temennim bir anı olacak sadece. Onu diliyorum.

Bitirme projesi için konu seçtiğimde, aylarca hayatımın fonunda olacağı gerçeğiyle sevdiğim bir konuda olmasının heyecanıyla başlamıştı son dönem. Şimdi sonuna geldiğimde, bu konunun benim için eskisi gibi heyecan verici olmadığını, dahası ondan bıktığımı görüyorum ve “sevdiğiniz işi yapın” goygoyu yapanları sessizliğe davet ediyorum. İşi sevmek diye bir şey ancak gerçekten içinde olmak istediğimiz bir uğraşla mümkün olsa gerek, ondan da geçimimizi sağlayacak parayı kazanamıyoruz genelde. İşini tutkuyla yapanlar başarılı olurmuş. Peh... Kimin işini tutkuyla yapıyorsun derler adama.

Okulu uzatmanın keyfi, okulunu uzatan diğer arkadaşlarla çıkarmış. Birbirimizi itekleye itekleye mezun etme çabası, bizi rekabete iten çan eğrisini beraber ders çalışarak doğrultmak... Bu sınırı aşabildiğimizde ise işte, "Sonrası iyilik güzellik..." “Bunu başarmak için okulu uzatmamız şart mıydı yani” diyor insan... Bu cümledeki üzüntü okulu uzatmaktan değil, bize aşılanan, aşılanmaya çalışılan hislerden geliyor.

Zorunlu gitmem gereken, yoklama alınan hangi ders varsa, o hocayı eksilerle hatırladığımı fark ettim sonra. Karşısında başka derslere çalışan, cep telefonuyla internette gezinen, oyun oynayan, uyuyan öğrenciler olmasına nasıl dayanabiliyor’u çok sorguladım. Ben bunu fark ettiğim ilk 5 dakikada o dersi bitirirdim, artık yoklama almayacağımı bildirir, ders anlatma stilimi geliştirmek üzerine çalışırdım. İnsanın kendine saygısı bunu gerektirir bence. Tabi tüm bunlar, öğretim görevlilerinin üniversitede bulunma amaçlarından birinin de öğretmek olduğu varsayımıyla geçerli.

‘Üniversite’nin bana düşündürdüklerinden, genele bakarsak, üniversitenin, her görüşten insanın kardeşçe yaşamayı öğrendiği yer olması iyimser bir yaklaşımdan öte bir şey değil. Üniversite, insanın “özgür” olmasının bedelini, tutsaklığın sınırlarını zorlayanların ödediğinin ayrımına varıldığı yerdir. Çünkü “Anlatılan senin hikayendir.” Bu aydınlanmayı yaratmada payı yoksa da, salt derslikleri olan bir öğretim kurumudur işte. Bazen bir mahalle okulu, üniversiteden çok daha fazla şey kazandırabilir insana.

Üniversiteyi gözümde büyütmek ve onu oluşturan parçalardan çok şey beklemek de değil burada bahsettiklerim ve bahsedeceklerim. Akranlarımız için “Nerede okudun?” sorusunun karşılığı giderek bütünüyle üniversiteye dönüşüyorsa, üniversitenin öğretim kurumu olmaktan öte bir anlamı olsa gerek zaten.

Sosyal medyanın ve televizyonun temel eğlencelerinden birini sokak röportajları oluştururken “Eşcinsellik engellensin mi?” videosu olsun, benzeri bir sürü soru olsun, “Bunu söyleyen de üniversite öğrencisi işte” diye ayıplanıyorsa, bunda o kişinin olduğu kadar, ona o bilgiyi vermeyenin de kabahati vardır. Yani atasözümüzü güncellersek, bilmemek değil, öğrenmemek de, öğretmemek de ayıptır. “Lise müfredatından bozma dersleriyle, hoşgeldiniz üniversitemize” ile buraya kadar oluyor. Ne verdin de ne bekliyorsun?

Geçim koşullarının bu denli hayat belirleyeni olduğu, köşeyi bir şekilde dönmenin şartlandırıldığı bir ülkede, öğretim görevlisiyle ve öğrencisiyle tablonun bu olması şaşırtıcı değil zaten. Şaşırıyorum yine de...

Beni ben yaptığını düşündüğüm anılardan birini, ilkokuldayken yaşamıştım. Adana merkezde bir mahalle ilkokulundaydım. Sınıf öğretmenimiz hırs aşılamayı felaket bilen bir kadındı. Tahtaya yazılan soruyu defterinde ilk çözenler hocanın masasına koşar sıra olurdu. İlk çözenin defterine ay yıldız, ikinciye iki yıldız, üçüncüye ise tek yıldız çizerdi-sonra sayar yarıştırırdık onları-. Onun için 3 kişi o masada sıra olduğunda, gerisinin tek beklediği, o üç kişiden birinin çözümünün yanlış olması ve defteri kapıp masaya koşturacak olmaktı. “Avını dikkatle izleyen minik kaplan...” İşte bu ve benzeri beyin yıkamalara tabi tutulurken biz, sınavlar benim için başarımı göstermenin bir yoluydu sadece. Alıştırılmıştık, giriyorduk çıkıyorduk işte. Devlet parasız yatılı sınavlarına girecekti pek çok arkadaşım. Kimsenin yatılı okuyacağı yoktu, burs içindi. Babama benim de girmek istediğimi söylediğimde “O paraya bizden daha çok ihtiyacı olanlar var kızım” demişti. Demek ki zaten yapabileceğim bir sınavdı... Ama “O paraya bizden daha çok ihtiyacı olanlar...” vardı. “O paraya bizden daha çok ihtiyacı olanlar...” Annemden iş dönüşü, o da sorarsa, sadece halley isteyen bir çocuktum ben, istemeye pahalı olduğunu bildiğim için zaten yeltenmediğim ve hiç sahip olmadığım oyuncaklarla... “Bizden daha çok ihtiyacı olanlar...”

İşte bunu bizden almaya çalıştıklarını gördüm, en çok da üniversitedeyken...

Toparlarsak, benim bu geçen senelerden anladığım,

üniversite günümüzde olsa olsa, üstüne malı mülkü olanın da, zaman yaratamadığı için ailesinden utanarak para alanın da, geçimini sağlamak için kısıtlı zamanında çalışanın da yanyana okuduğu ama farklı yurtlarda yaşadığı yerdir. Çünkü Türkiye, üstüne malı mülkü yatı katı olanın da, geçimini zor sağlayanın da “yanyana” yaşadığı yerdir. Şimdilik...

12 Aralık 2012 Çarşamba

Sol Elim

Bazı yaralarımız vardır. Kimisi görülür, görünmesin isteriz. ”O vurduğun benim karnım” deriz, er ya da geç. Kimiyse görünür, yara değildir, başkalarına öyleymiş gibi gelir. Bu genelde, benzer bir yarası olan tarafından fark edilir.

Bugün bir arkadaşım, sol elimdeki kırmızılığı sordu, nedir ne değildir üzerine konuştuk.

Sol elimdeki kırmızılık... Sizi geçtim, sağ elime kıyasla bile yüzeydeki kılcal damarlarım... Pek çok kimsenin aylar sonra fark ettiği, çoğunun sormaya cesaret edemediği...

Beş altı sene önce bir gün otobüste ayakta giderken, demiri sol elimle tutuyormuşum. Oturan teyze sordu, "Ne oldu canım, yandı mı?" Endişeli bakıyordu. "Yok, doğuştan böyle, kılcal damarlarım daha yüzeydeydeymiş, bir sıkıntı yok yani" dedim. "Ayyy, üzülmüyorsun di mi?" dedi. Gülümsedim, "Yok, neden ki? Sizde de var aynısı?" 


Sol elimdeki ‘kırmızılık’ bile değil, sol elim o benim için. Ellerimin simetrik olabileceğini düşünemedim hiç. Ben böyleydim, başkaları değildi, bu kadar. Yine de biliyorum, bu noktaya gelemeyebilirdim. Daha küçücük çocukken bir arkadaşımın yüzünde benzer bir doğum lekesini görmemiş olsaydım, bunu normalleştiremeyebilirdim. Sol elimdeki kılcal damarlarımın daha yüzeyde olması, benim için elim kırk yılda bir kesildiğinde doğal olarak yarım saat daha uzun süren kanamadan başka bir zorluk çıkarmış olsa, elimi sevemeyebilirdim bile. Esasen sevmek bile denemez benimkine, fark etmemek. Sevmek için, önemsemek gerekir. Bilinen anlamda bir öneme, bıçak kullanırken bir özene bile sahip olmamak benimkisi. Sadece fotoğraflarda sol elimin görünmediğini fark etmesi bir arkadaşımın ve dominant olmayan sol elimi kullanmaya sizinki kadar alışkın olmamak benimkisi. Dilediğiniz kadar konuşabilirim hakkında, dilediğiniz kadar susabilirim... Hayatıma, kendime dair bir şey paylaşmaktan öte bir anlamı yok benim için. Ki bu, basit de bir şey değil aslında ama, demem o ki, bir yara da değil...

‘Hayat da böyle değil mi zaten’lere getirmek istemiyorum, zaten sevmem de o tavrı:)

Dümdüz, demek istiyorum ki, birbirimize hassas davranıyoruz neyse ki, ve yaralarımızı anlamaya çalışıyoruz 
ya, çok da tatlı oluyoruz o esnada ama, o şeyler bizim için gülümseme yaratan paylaşımlar oluyor bazen ve karşımızdakinde de o gülümsemeyi görmek istiyoruz. Bazen, sormaktan da, yanıtlamaktan da korkmamalıyız işte bazen. Samimiyet çünkü bu, çoğu zaman.

Paylaşılabilesi hallerimize...

10 Aralık 2012 Pazartesi

Dipnot (4)




Bazı soruların sonunda soru işareti yoktur, bazı cevaplarınsa vardır, ‘soruya soruyla karşılık vermek’ olur adı.

Bazı sorular sorulmalıdır, bazısının sorulmasına gerek dahi yoktur.

Bazı soruları kendimize sorarız, bazen bize sorarlar.

Bazı sorular cevap almak için sorulur, bazı sorularsa cevap almamak için sorulmaz.

Bazı soruların cevabı, sorusu sorulduğunda değişebilir. (mi?)

Sorulan soruların ya bir cevabı, ya da gereği olmalıdır. Cevabı olup kendisi gereksiz olan sorular, bulması da sorması da yanıtlaması da kolay sorulardır. Gerekli ama cevapsız soruları bulması da, sorması da, yanıtlaması da zordur. Hem cevabı hem gereği olan sorularsa diyalogda esastır.

Verilen cevapların ya bir anlamı, ya da gereği olmalıdır. Anlamı olup kendisi gereksiz olan cevaplar, gereksizlikle; anlamsız ama gerekli cevaplar, anlamsızlıkla karşılanır. Anlamlı ve gerekli cevaplarsa diyalogda esastır.

Bazen sorular yalancıktandır, bazen cevaplar.

Gerçekse çoğu zaman apaçık ortada olandır.

2 Aralık 2012 Pazar

Dipnot (3)


İnsan, üzerinde “kırılabilir” etiketi olmayan hassas bir canlıdır.

Sesimizin tonu çoğu zaman söylediklerimizin, bazense niyetimizin önüne geçer ve “Öyle demek istememiştim” deriz.

Sakin biri olmak, sinir kontrolünü bilmek anlamına gelmez.

Sinirini kontrol etmek, susmak anlamına gelmez.

Sinir kontrolü, pratik yapa yapa değil, istekle öğrenilse gerek.

Nazımızın geçebildiklerinin hayatımızdaki var oluş gayesi nazımızı çekmek değildir.

Bazen “öyle” demek ister de anlaşılmayız, bazense hakikaten “öyle” demek istememişizdir.

Bazen, o kadar dümdüz  diyiverirler ki, bir yandan ne söylediklerini, bir yandan da bunu nasıl söyleyebildiklerini düşünürüz. “Öyle” mi demek istediklerini.

Bazen, dümdüz, diyiveriririz.

Bazen anlaşmak, sandığımızdan daha önemlidir. Anlaşılmak içinse, anlatmak yetmeyebilir.

Anlaşmak istediklerimiz...
Anlamak istediklerimiz...
Anlaşılmak istediklerimiz...

Her zaman değil ama bazen kesişir bu kümeler. 

25 Kasım 2012 Pazar

Şiiri Evirip Çevirmek

Shakespeare'in meşhur 66. sonesini Can Yücel çevirisiyle okumaya dinlemeye alışkınız da, bir de Talat Sait Halman çevirisi varmış. Düz. Dümdüz.

tired with all these, for restful death i cry,
as, to behold desert a beggar born,
and needy nothing trimm'd in jollity,
and purest faith unhappily forsworn,
and guilded honour shamefully misplaced,
and maiden virtue rudely strumpeted,
and right perfection wrongfully disgraced,
and strength by limping sway disabled,
and art made tongue-tied by authority,
and folly doctor-like controlling skill,
and simple truth miscall'd simplicity,
and captive good attending captain ill:
tired with all these, from these would i be gone,
save that, to die, i leave my love alone. 

vazgeçtim bu dünyadan tek ölüm paklar beni,
değmez bu yangın yeri, avuç açmaya değmez.
değil mi ki çiğnenmiş inancın en seçkini,
değil mi ki yoksullar mutluluktan habersiz,
değil mi ki ayaklar altında insan onuru,
o kızoğlan kız erdem dağlara kaldırılmış,
ezilmiş, hor görülmüş el emeği, göz nuru,
ödlekler geçmiş başa, derken mertlik bozulmuş,
değil mi ki korkudan dili bağlı sanatın,
değil mi ki çılgınlık sahip çıkmış düzene,
doğruya doğru derken eğriye çıkmış adın,
değil mi ki kötüler kadı olmuş yemen' e 
vazgeçtim bu dünyadan, dünyamdan geçtim ama,
seni yalnız komak var, o koyuyor adama.


bıktım artık dünyadan, bari ölüp kurtulsam

bakın, gönlü ganiler sokakta dileniyor.
işte kirtipillerde bir süs, bir giyim-kuşam.
işte en temiz inanç kalleşçe çiğneniyor.
işte utanmazlıkla post kapmış yaldızlı san.
işte zorla satmışlar kız oğlan kız namusu.
işte gadra uğradı dört başı madur olan.
işte kuvvet kör-topal, devrilmiş boyu posu.
işte zorba sanatın ağzına tıkaç tıkmış.

işte hüküm sürüyor, çılgınlık bilgiçlikle.
işte en saf gerçeğin adi saflığa çıkmış.

işte kötü bey olmuş, iyi kötüye köle.
bıktım artık dünyadan ben kalıcı değilim.
gel gör ki ölüp gitsem, yalnız kalır sevgilim.


Vay arkadaş! Sonra kolaysa gel de say, ben şu şu yabancı şairleri severim diye.

4 Kasım 2012 Pazar

İhsan Abi?

Ayık kafayla uzuuuun uzun planlayıp sırf bir engel çıktı diye iyi ki de hayata geçiremediğim bir sürü manyaklık var. Bir o kadar da gerçekleşmişi var.

Sonra neden şöyle, neden böyle? E öyle tabi!


10 Temmuz 2012 Salı

Şarkı Markı İçleri


  • Fikret Kızılok "Her gecenin sabahı / Her kışın bir baharı / Her şeyin bir zamanı / Benim dermanım yok" derken, her gecenin sabahı, her kışın bir baharı, her şeyin bir zamanı var da, bizimkinin dermanı mı yok; yoksa o kadar depresif ki ona göre her gecenin bir sabahı, her kışın bir baharı, her şeyin bir zamanı gayet de yok mu?
  • "Unutama Beni"yi yazan, yazdığı kişiyi hayatında hiç mi sevmemiş, o ne kötü beddualar öyle. Neyse ki gerçekleşmiyorlar.
  • Pinhani "Abin bile 47 yaşında" derken ne demek istiyor?
  • Yüksek Sadakat "Hiçbir yüz güzel değil / Senin yüzünden" derken, "Senden ötürü" mü demek istemiş, yoksa kızın yüzünün güzelliğini mi anlatmış? Yoksa hepsi mi, bu kadar düşünmüş mü?
  • "The most loneliest day in my life" dizesinde 40 tane superlative kullanan şair, yalnızlığın dibidir.
  • Şair "Dertler derya olmuş ben de bir sandal" diyivermeden evvel, "Dertler kazan  olmuş ben de bir kepçe"yi de düşünüp gülmüş müdür?
  • "Annen bile okşasa benim bağrım taş olur" diyen gerçekten varsa öyle böyle manyak değilmiş, ne pis bir insanmış, ne biçim sevmiş, sinir etti bak yine.
  • Ve şu sıcaklarda günün belli vakitlerinde Emre Aydın'ın "Oyunun en güzel yerinde / Zil çalınca üzülürdük ya / Öyleyim"ini bilmem de "Kapı pencere açarsın da esmez ya / Öyleyim" modundayım evet.
Ilgıt

10 Haziran 2012 Pazar

Yan(ı)lış

Aynı yanlışa tekrar düşebilir mi insan? Değişiyorsak eğer, aynı yanlışa düşebilir mi insan, değişmez mi şartlar?

Yanlışa düştüğünü ne zaman fark eder insan?

O 'yanlış' dediğini yanlış yapanın ne olduğunu anlayabilir mi insan?

Onu yanlış yapanın ne olduğunu anlamak, öğretir mi insana?

Yapmaz mı bir daha o yanlışı?

Aynı yanlışa tekrar düşer mi insan, doğrulamak istercesine?

İnsan yanlışlarından öğreniyorsa, yanlışlara da düşülüyorsa, insan düşünce mi öğreniyor?

Öğrenmek için düşmek şart mı?

Peki ya öğrenmek şart mı?

Şart!

Doğruyu da, yanlışı da.

21 Nisan 2012 Cumartesi

Dipnot (2)

“Bana nasıl güvenebildin?” sorusunun mantıklı bir cevabı olmasa gerek.

Geçmişe anlam verme, bir şeyleri sebeplendirme çabamızın, aynı yanlışlara tekrar düşmemek gibi gayet içgüdüsel bir nedeninin olması, kritik noktaları doğru saptayabileceğimiz anlamına gelmese gerek. Hayat dediğimiz şeye taraflı bakıyoruz bir kez. Tek kişilik mahkeme salonu.

Bizi öldürmeyen şeyin bizi güçlendireceği yüzyıllar önce söylenmiş bir yalan olsa gerek. Bazı şeyler zayıflatır. Dayanma sınırlarını zorlamakla güçlü olmak arasında net bir ayrım olsa gerek.

Neden bu olduğumuzu anlamak, temellere ulaşıp onları aşabilir olmak için bir basamak mıdır yoksa değişmeme gerekçesi mi?
Hem değişmek gerekli mi?
Zaten değişmemek mümkün mü?

Değişimi fark edip, büyüyoruz, yaşlanıyoruz falan derken, etken ve edilgensek, bir nevi, cümlenin yüklemi eyleyen öznesi de, yüklemden etkilenen nesnesi de biz olsak gerek.

Ki daha önemlisi, bir şeyin, üzerine düşündükçe düşünülebilir olması, onun düşünmeye değer olduğu anlamına gelmese gerek.
Şimdilik.

31 Mart 2012 Cumartesi

Dipnot

Bazı cümlelerin yüklemi olmasa da ne dediği bellidir.

Bazı yerlere hayatın geçtiğini görmek için gideriz, bazı yerlerdeyse hayatın akışı ağır gelir.

Bazen bir şey yapmak gerekir, bazen hiçbir şey yapmamak, bazense neyin gerektiği bile açık değildir.

Bazen neler olacağını sezeriz, bazen olanı bile anlamayız.

Bazen çok değişmişiz gibi gelir, bazen hiç değişmemişizdir.

Bazı şeyleri hayat boyu bir daha hatırlamayacağızdır, bazı sözlerse hiç çıkmayacaktır aklımızdan.

Bazen varızdır, bazen yok, bazense, olmak da olmamak da hiç mesele değildir.

Bazen susarız, bazen konuşacak bir şey yoktur.

Bazı şeyleri son kez yapmışızdır, bazılarını hiç yaşamayacak.

Bazılarını hiç anlamayız, bazılarına hiç anlatmaz.

"anla-t-mak"taki oldurganlıksa yalandır.