29 Mayıs 2010 Cumartesi

Devekuşu Hüneri

İlginç bir resme denk geldim az önce. Rivayete göre 9 yaşında bir çocuk resmetmiş bunu, “Her özgürlüğün içinde bir tutsaklık vardır.” demeyi de ihmal etmemiş. Resimdeki iki kuştan kafesin dışındaki, diğerine nispeten özgürse de, uçmasıyla dengenin bozulmasına, sağdaki kafesin denize düşmesine ve kafesteki kuşun ölmesine sebebiyet vereceğinden, kafesin dışında olmasına rağmen uçamayan da bir kuş, aynı zamanda…

Uçma yetisine sahipken ‘uçamaması’, yetersizlik değil, bir tercih elbette. Sosyal, toplumsal sorumluluğu bir kenara…

Bırakalım dersem ne de güzel uzar laf, elinde özgürlük fırsatı olan bir kuşun gönlünce uçmasını destekleme edebiyatı yaparız mis gibi. Sonra bizim şu özgür kuşumuz göçer konar güzel bir âleme, hikâye oradan devam eder, alkış tutarız. Kamera, bizim kuşun-nasıl da sahiplendik hemen- havada nasıl taklalar attığını, uzaklara nasıl da hevesle uçtuğunu göstermek üzre yükselmişken, görüş alanımızdan çıkar diğer kafesteki kuş da, biz de rahatlarız. Sonra yine buralardan geçesi tutar belki, biz de bakarız ki diğer kafes yok tahterevallide, kendi kendimize ‘biri kurtarmıştır herhalde’ der geçeriz, hatta “Güzel öldü(ler)” diyenlerimiz bile çıkar... “O tahterevallinin ne işi var orada, kafesleri kuşları kim koydu, biri içerde biri dışarıda niye, şu monoton hayatta biraz da heyecan olsun diye mi kurulu bu düzenek”, onu da bir başka ömrümüzde sorarız hem…

Bırakalım deseydim sahi, ne de güzel uzardı laf. Başını kuma gömen devekuşunu hatırlardık da, bize hikâyenin gerisinden hiç bahsedilmediğinden, aldığı ilk nefesle ciğerlerine kum dolacağı gelmezdi aklımıza. Sonra nefesini tutmayı öğrenirdi devekuşu. Yaşamsa bunun adı, ciğerleri ufalır, ufalır, bir gün yetmezdi nefesi… Korkuyla çıkarırdı başını kumdan, etrafına üşüşen akbabaları görürdü. Öksürük tutmasa, koşabilirdi de belki, ya da başını o kuma hiç sokmamış olsa, eskisi gibi dinç olsa, şimdiki aklı olsa…

Demem o ki, başımızı ille de sokacaksak kumun içine, şnorkelimizi de almayı unutmayalım ki, bir gün olur ya yeniden yüzleşecek olursak dünyayla, nefessiz ve ilgisiz kalmışlıktan kızarmasın yüzümüz, kalalım o kumun içinde… :)

Ve yine demem o ki, salt uçup, şunu yapıp, bunu olup mutlu olmaksa dilediğimiz, bir taktiktir bu da, kıstaslarımız ne denli azsa, o kadar kolaydır mutlu olmak… Kafesteki kuşu aklından geçirmeden mutlu mesut uçabilecek olan kuş, kafesinden havalanmadan, sırf diğer kuş gibi kafesin içinde değil de, dışında olduğu için de mutlu sayabilir kendini. Bunun bir de abartılmışlığı vardır ki tüm kıstaslardan arınıp, sırf dünyaya geldiği için kendini mutlu sayma halidir, takdir ister :) Hem zor değil ki kendi başına mutlu olmak, elbette az sınanmışlığı sebebiyle kalitesinden garanti veremeyerek…

Gevezeliğim yine üzerimde, affola, günün dileği hepimiz için geliyor: Başını kuma gömmeyi beceremeyen tüm devekuşlarına kaliteli mutluluklar dileklerimle… :)

Sevgiler, saygılar, selamlar…

Ilgıt Teyhani
29.05.10

27 Mayıs 2010 Perşembe

İmza Çalışmalarımız

Konuya direk girme huyum nükseder bazen, şimdi de o zamanlarımdan birindeyiz diyerek, şu an beni yazmaya iten satırları aynen alıyorum buraya. Haydar Ergülen’in Radikal’de 24/05/2006 tarihli “Sevgim Acıyor” başlıklı yazısından. Beraber okuyalım, bensem yazılanları yanlış anlayan, düzeltileyim ki içim rahatlasın istedim. Şunu da söylemeliyim ki, daha önce demiştim ya, “Her sanatçı karşısındakinin zihninde bardağı taşıran son damla olmayı diler.” diye, bu satırlar işte o son damlanın bende vücuda büründüğü haldir, burada bahsedeceklerimin biriktiği bardağın dolmasında ise, daha nice yazarımızın payı vardır.

“Başka bir dünya mümkün mü bilmiyorum ama 'başka bir Türkiye' mümkün görünmüyor. Erkin Koray "Elimde sarı madenden bir boru/ gidiyorum güneşin battığı yere doğru" derken, ne söylemek istiyordu, bunu da bilemiyorum, fakat 'umudun battığı yere doğru' gittiğimizi hissediyorum.”

Edebiyat geçmişi olan köşe yazarlarını ayrı bir dikkatle okurum her zaman. Çeşitli sanat çevrelerinde bulunmuşlukları ve kendileri gibi şair, yazar arkadaşlarının çokluğu, başlarına gelmesi muhtemel çeşitli sıkıntılar ile, değerli deneyimlere sahip olduklarını düşünürüm. Üstüne üstlük bu insanlar, yazıyı nasıl kuracağını, nerede neyi söylemesi gerektiğini bilen ve zihnine dolanların akışına kapılmayan, kalemine hâkim insanlardır. Yani yazdıkları her sözün nereye gideceğinin hemen hemen farkındadırlar, yazdıklarını bilinçle, bile isteye yazmaktadırlar. Yüzeysel gelecek belki şu görüşüm ama, benimdir n’eyleyeyim, anlamıyorum bir yazar, şair, edebiyatçı, sanatçı her ne ise, her hangisi ise artık, nasıl olur da topluma dair umutlarının tükenişini yazabilir. Yazdıklarının bir içki masasında dost sohbeti olmadığının farkında olan bir yazar, toplumun yönelimleriyle oynadığının bilincinde değil midir? Bir yandan ‘eski solcu’luğunun yakınlaştırıcı fiyakasını sürerken, yaşanan karanlık yılların onu nasıl da yıldırdığını, hayallerinin ideallerinin yok olduğunu, ‘umudun battığı yere doğru’ gittiğimizi hissettiğini yazarken hiç mi acımaz canı?

İnsanlar değişebilir, yorulabilir, bir davaya ne kadar harcadıysa da ömrünü, kendini geri çekebilir, her şey olabilir, buna inan ki yok sözüm, ama düşünde hala varsa gençliğini verdiği dünya, nasıl olur da onu kendi “geçmişte yaşanan geleceğine”, yani , kendi “olacaktı, yapacaktık”larına hapsedebilir? Üzülmez mi “Ben yıldım, siz de yılarsınız yılmazsınız size kalmış ama benden söylemesi…” yazısı yazarken? Kime hizmet eder bu yazısı, içi istediği kadar acısın acımasın?

Sanatçı değil midir dünyayı (daha) yaşanır kılma çabasına düşen? Yalnız söylediklerinden değil, sustuklarından da sorumlu tutulan, toplumun gören gözü, duyan kulağı değil midir o? Umuda dönük yazdığı satırlar bir gün gerçek olursa altına en fiyakalı imzasını huzurla atmayacak mıdır? Ve ola ki yetmezse ömrü gerçekliğini görmeye, “Başka bahara…” diyecek olan? Umutsuzluğa bürüdüğü satırlar ya gerçekliğini korursa o ölene dek, “Ben demiştim” diyen kara mürekkepten imzası, neye yarayacaktır? Ve daha da kötüsü, inanıyorsa bir şeylerin güzel olabileceğine, ama yine de umutsuzluğu karaladıysa bize, ve haksız çıkarsa bir gün, ne payı vardır elde edilen güzellikte?

Ben miyim sanatçının tanımında yanılgıya düşen? Çok şey mi bekliyorum sanata, topluma, insana gönül veren kimseden? ‘Gönül vermek de nesi’ mi yoksa? Bu kadar mı yanlışım, yazan, okunan bir kimsenin topluma bir günde iki günde değil belki ama beş senede on senede edebileceklerini düşünmekle? Hepsi aynı diyip geçmeli miyim? Razı olur susarsam, sizle doğruyu yanlışı ölçüp tartmazsak, bu kimin hanesine gol yazılır? sorayım dedim...

Uzun lafın kısası, kulak verdiklerimizden korku işitmez olup, umut dolu satırlarda buluşmak, ve yaşanacak tüm güzelliklerin altına bir gün “Ben demiştim” imzası atabilmek dileğiyle…

Saygılar, selamlar… :)

Ilgıt Teyhani
27.05.10

26 Mayıs 2010 Çarşamba

Hak Muhasebesi

İlkokuldaydım, üçüncü, belki dördüncü sınıf. Sınıfın en uzunlarından biri olarak(yine bu boyda ben), en arkada oturmuş, yazısı en güzellerden biri olarak da, öğretmenimizin hazırlaması gereken plan defterini yazıyordum.

O esnada da Serpil Hocamız, sınıfı sözlü yapıyordu. Beklemediğim bir anda kaldırdı beni. Dördüncü ya da beşinci ders falan. Günün ne denli aydınlık olduğu hala zihnimde, belli ki sabahçıyım, öğlen vakti gelmiş, zilin çalması yakın. Kafam allak bullak, saatlerdir müfredatı kareli sert kapaklı bir deftere yanlışsız özenle yazmakla meşgulüm. Bana şu an hepimize, bir ilkokul çocuğuna bile, olanca basit gelecek şu soruyu sordu:

“8 kere 9?”

“Ezberci zihniyete hayır!”ın en küçüklüğümden beri karakterime yerleşmesinden olsa gerek, hemen yapıştırmadım cevabı, yani 1 saniyede değil de, 2 saniyede söyledim. Çünkü o an ‘8 kere 9 şu eder’i değil ama, ‘8 kere 9 şöyle hesaplanır’ı biliyordum, babam öğretmişti: Bir sayıyı 9’la çarpacağımızda o sayıyı 10’la çarpar, birini çıkarırız. Öyle de yaptım, çağrışımları yazmam gerekirse: Sekiz, seksen, dokuz geri gel, 71.

“71”

Hoca tekrar sordu, sınıfta şaşkınlık had safhada. Kopya veren verene. 72 diyor herkes, bense tekrar tekrar hesaplıyorum, sekiz, seksen, dokuz, 71.

(Daha zayıf bir sesle)”71”

Eksiyi işte o an alıyorum. Sandalyeye bırakırken kendimi, hatamın nerde olduğunu fark ediyorum. 72 sayısı yankılanıyor zihnimde. Beynimden vurulma anı. Gözlerim doluyor, elimdeki pilot kalemi bırakıp, öğretmenin plan defterini bir kenara çekip, dirseklerimi masaya, ellerimi titreyen yüzümün kenarlarına koyuyorum. Sınıfta bir uğultu oluyor, birkaç arkadaş canımı sıkmamamı dillendiriyor, samimiyetle. Tam ısınırken yeniden yüreğim, psikolojinin p’sinden anlamayıp, pedagojiyi sözde çözmüş hocamızın ettiği laf, işte bugünüme taşınıyor:

“Bırakın, hak etti o!”

Donakalıyorum, bir bu kadarını hatırlıyorum.

O günden beri, ‘hak etmek’ öbeği, hep çok önemli oldu hayatımda. Soyut bağlamda hiçbir şeyin hak edilmeyeceğine inanarak çıktım işin içinden. Sevmek sevilmeyi hak ettiğimiz anlamına gelmezdi, kibar davranmak kibar davranılmayı hak ettiğimiz anlamına gelmezdi, içimize atmak karşımızdakinin de öfkesini bastırması gerektiği anlamına gelmezdi. Herkes kendi doğrularınca davranırdı.

Ve bugün, o sözlüye kaldırıldığında kafası olanca bulanıkken yanlış cevap vermiş, ne hocasının tutumunu ne de kendisine kopya verenleri umursamış o çocuğa bakınca gördüğüm, yanlışsa da kendi yanlışlarını yaşamaya bilinmez bir zamanda and içmişliği. 72 sayısına kendi varabilse ah, verecekti o doğru yanıtı ama, ya yanlış olsaydı 72 ve doğru olsaydı 71? “Ben demiştim 71 diye” diyerek oturacaktı yerine ve şu an bambaşka bir şeyi taşıyor olacaktı içinde. Bugün o anı ola ki hatırlarsa eğer “E o kadar biliyordun madem, diretseydin 71 diye” diyecekti kendi kendine.

Bu anımdan, bugün çıkarabileceğim ve hemen her hatırlayışımda çıkardığım en temelli ders, dünya âlemin söylediklerine de kulak vermem ve doğrularımı dönem dönem ölçüp tartmam gerektiği. O çocuk da kulak vermişti ki, ondan işte, tekrar hesaplamıştı ‘8 kere 9 ne eder’i, yanlışsa da yalansa da, yine aynı sonuca varmıştı ve söylemişti doğrusunu. Aradan belki 10 sene geçti ve ben o çocuğun bir gün bile, “Keşke 72 deseydim o gün” dediğini duymadım.

Ezberinden konuşmayıp, her “ne düşündüğü” ve bir konuda fikrinin ne olduğu sorulduğunda, hızlıca yeni olası girdileri kontrol eden insanlara en candan saygılarımla…

Ilgıt Teyhani
26.05.10

23 Mayıs 2010 Pazar

"Olaylara Karışma"

Yanlı basın, yandaş medya gibi kavramlar, internetin işlerliği ve basın yayın organlarının eskiye nispeten elimize daha kolay ulaşabilirliği ile hayatımızda daha etkin yer eder oldu. Eskiden olsa, yani ortaokul, lisedeyken, “Bir yayın organından ne beklersiniz?” sorusuna hiç tereddütsüz “Tarafsız, objektif olması” derdik. Fakat zamanla-elbette yaşla değil başla- insan daha net kavrıyor ki, en yansız duran yahut çeşitliliği ile konuşan kaynaklar da nelerden bahsedip nelerden bahsetmediği ile yine ideolojik bir amaç güdüyor, fark ettirerek ya da belli etmeden, o amaca hizmet ediyor.

Kimi ideolojilerin propagandasını yapan ve özellikle belli bir çevreden haberler sunup, daha çok yine o belli kitleye ulaşan gazetelerimiz dergilerimiz fazlasıyla mevcut. (Aklımıza türlü isimlerin geldiğini duyar gibiyim :) Birisinin neyi ve kimi okuduğuna bakarak, onun dünyaya bakışı hakkında da bu sayede fikir sahibi olabiliyoruz, daha da kötüsü, olduğumuzu sanıyoruz. Buna sebep olan ise şüphesiz, yabancısı kaldığımız fikre önyargılı tutumumuz, her konuda fikir sahibi olduğumuzu sanıyor oluşumuz ve pek çok kaynağa ulaşıp bir savı, haberi öylece değerlendirmekten uzak oluşumuz. Oysaki yanlı basının pek çok sesine kulak vermeye ve bu doğrultuda çıkarımlar yapmaya daha alışkın olmak, ‘teknoloji ve iletişim çağı’ insanına daha yakışır bir tavır olacaktır.

Bu yazıyı bir “sebep ve sonuç” (reason and result) ya da “problem ve çözümü” (problem and solution) kompozisyonuna(essay’ine) dönüştürmemek adına şahsi bir müdahaleyi gerekli görüp ‘yarım yamalak’ bir yazı haline getiriyorum arkadaşım, rahat ol, gevşe :)

Şöyle bir göz atarsak, nelerin yazıldığına, bir “ben buyum arkadaşım” diyenler var, bir de “ben buyum diyenleri boşver arkadaşım, birleştirici olan benim” yanılsamasına götürenler. Birinci gruptakileri takip edenler-sağ sol fark etmez- daha net hatlara sahipken, ikinci grubun insanları Türkiye’ye ve dünyaya dair hemen her şeyi takip edebildikleri, çünkü keskin çizgilerle ayrılmadıkları sanrısındalar.Peki ya bir insan günceli takip edemediğini, ya da o takip ettiğinin her görüşe aslında nasıl da ılımlı yaklaşmadığını ne vakit anlar? Haberin içinde olduğunda, olay yerinde olay anında yaşananla aktarılanın bir olmadığını gördüğünde.

- Haberin içinde ne işin var senin arkadaşım, çekil köşene, otur izle.

Peki, insan bunu anlayınca ne hisseder? Filmlerdeki adam kaçırma sahnelerinden aşina olduğumuz sahneleri düşünürsek, elinin ayağının ve en önemlisi ağzının bağlı olduğunu, hemen yan odadaki kurtarıcıya yani ‘insana’ sesini ulaştıramadığını.

- Ne bağlısı ya ne bağlısı, o eskidendi, neyi istiyorsa söylüyor herkes şimdi.

Galiba sorulması gereken, “Duyduklarına aldanarak neyi duymadığını bilebilir misin?”

Elinin ayağının bağlı olduğunu ya ne zaman anlar insan? Elini ayağını oynatmak, yerinden kalkmak istediğinde.

Ya ne vakit çevrildi etrafı bunca bağla dediğimizde ise, şüphesiz ‘kafasının iyi olduğu’ bir vakitte.

Bizim mahalle ‘sakin’lerinden biri, adı da Sakin olsun hadi, sen ben gibi o da bir insan, elektriklerin kesik olduğu bir akşam, evde yalnızdı. Baktı pencereden dışarı ki her yerde kesik elektrik. Aradı taradı, ne ışıldak bulabildi, ne mum. Önce el yordamıyla güvenli bir yer buldu kendine, oturdu, bakındı etrafına derken karanlığa alıştı gözleri, seçebilmeye başladı etrafındaki nesneleri. Bekledi bekledi gelmedi elektrik, belli ki ciddi bir arıza vardı, gezinebilmeye başladı, komşularıyla hoş beşe devam etti. Baktı devam ediyor hayat, arızasız, güllük gülistanlık. “Bir ben miyim alışamayan, kusur bende mi” dedi geldi evine ve sormadan edemedi, “Neden kesik bu elektrik, ve ne zaman gelecek?”

“Durumunu kavramış insanı nasıl durdurabilirsin ki?” Bertolt Brecht

Tüm mahalle 'sakin'lerine en içten saygı ve sevgilerimle...

Ilgıt Teyhani
23.05.10

16 Mayıs 2010 Pazar

DediKodu 1

Hep ben mi konuşacağım, benden öncekilere de uzatmalı mikrofonu, ya da işte şimdi yaptığım gibi 'dedikodu'sunu yapmalı diyor ve bu seferlik Bruno Latour'a veriyorum sözü. Bende bir şeyler uyandırdı, anlamlı bulmam paranoya ve şizofreni değilse eğer, bakarsınız sizde de kimi fikirlerin rem uykusu nihayete erer, alıştığımız "hızlı göz hareketi" son bulur, yok edilmeye çalışılan hafıza-bilinç- işlerliğini geri kazanır, gözünü ovuşturmaya başlar kimi düşüncelerimiz diyerek, kutsal kopyala yapıştır tekniğiyle, beyin fırtınamızın başlangıç sözünü sunuyorum.


"O zaman onlara ne diyeceksiniz? Tüm iktidar kaynaklarını, tüm eleştiri imkanlarını ellerinde tutarlar, ama yerlerini merciden merciye öyle bir hızla değiştirirler ki, onları suçüstü yakalamak asla mümkün olmaz. Evet, hiç kuşku yok ki yenilmezler, yenilmez oldular, yenilmez olmalarına ramak kaldı, kendilerini yenilmez sandılar."

BRUNO LATOUR



Neye inanmamızı istediler, kulak verdiklerimiz güvenilir ağızlar mı, ölçtük tarttık mı yoksa terziciliğin son bulmaya yaklaşıp hazır giyim cazibesinin her yanı kaplaması gibi, biçilmiş kaftanları geçirip üzerimize "İyi güzel, bu yakıştı galiba bana" mı dedik, düşünelim istedim.

Beyin fırtınalarımızın bol olması, zihin taşlarımızın yerli yerine oturması dileğiyle :)

Saygılar.

Ilgıt Teyhani
16.05.10

10 Mayıs 2010 Pazartesi

Ağzımdaki Bakla

“Karşıt fikirden insanlar oluşmaya başladı baba, kötülemeye çalışanlar, sırf can sıkmak için hakarete varacak denli üslupsuz konuşanlar…” demiştim bir gün. “Doğru bildiğiniz yoldan devam edin kızım, bu sizin bir şeyler yaptığınızın göstergesidir.”

Ne güç ‘bir şeyler yapmak’. Karşısında duranlar oluştukça bir tarafta olduğunu daha net anlıyor insan, varlığını taşıdığını. Ve inat gibi, parlayan bir güç de buluyor içinde, yoluna devam etmek için…

Bugün de Kitap-lık’ın yeni sayısı elimdeydi. Orada okuduğum kadarıyla, yanılmıyorsam Henri Michaux’nın, Descartes’ın “Cogito ergo sum (Düşünüyorum, öyleyse varım)”ına kendince karşılığı şöyle olmuştu: “Keşke o kadar kolay olabilseydi…”

Düşünmenin ‘dahi’ yetmediği yerdi çünkü, varlığının bayrağını dikebilmek. Pek çok filozofun da eleştirildiği nokta bu oldu şimdiye dek. Kazanımlarını iyi aktaramayan ve devinime katkıda bulunmayan bir düşünürün ‘bilge’ olarak anılmasının faydasızlığı üzerine yazıldı çizildi. Can Yücel’in de yazdıklarıyla yapmak istediği devinime öyle ya da böyle etki edebilmekti ki, şu dizeleri yazmıştı:

“Sözcükler ekmeğin lokmaları gibi.
Ben size lokmalardan kurulmuş bir şiir veriyorum.
Yiyin, bana şükredin, küfredin!”

Ağız dolusu küfürlerle dost anılan usta bir şairin, yazdıklarına karşılık kendisine şükredilmesini yahut küfredilmesini beklemesi… Bu dizede yazılı olanı düşünmek, yalnızca delinin birinin kuyuya attığı taşı kırk akıllının çıkarma çabası değil. İki halin de gerçekleşmesi, şairin yazdıklarının yandaş ya da karşıt bulabilmesini, yani akıl süzgecinden iyi-kötü geçmesini gerektiriyor. Anlaşılma çabasından da öte, ‘taşı gediğine koydum mu koyamadım mı ondan haber verin bana’ derdi galiba bunu bugün Can ustaya sorabilsek.



İşte, yazan, çizen, konuşan, müzik yapan, film yahut fotoğraf çeken, düşünen insanın derdinin salt anlatmak, anlaşılmak olmadığının açık kanıtı bunlar ve daha niceleri. Yazılan, çizilen, söylenen ne varsa, bir görüşe yahut bir körlüğe hizmet ederken, her sanatçı, bardağı taşıran son damla olmayı diler. İster sevdayı anlatsın, ister kavgayı, dostluğu, hayatı, kümülatif toplamların altına çizgiyi çekebilen olmayı bekler. Karşısındakinden iyi kötü bir tepki alabilmeyi, takdir edildiği kadar yorumlanabilmeyi de ister. Salt kendini geliştirmek adına da değil, bir şeyler yapabildiğine, taşları yerinden oynatabildiğine inanmak, “ben de geldim şu dünyaya” uğraşlarında yol kat edebildiğini görmek için.

Hani çocukken, biri bizim canımızı acıtmak isteyip de bize vurduğunda, canımız ne kadar acıdıysa da belli etmeyip, “acımadı kii, acımadı kii” derdik ya, ve nasıl da kışkırtır kudurtmaya çalışırdık karşımızdakini, sanatla uğraşanınki de o hesap.

Yerinde duramasın, yazmadan edemesin mi istiyorsun, geç karşısına “acımadı kii, acımadı kii” de, bak nasıl da perçinleşiyor dileğindeki dünyayı var etme isteği, uzuyor kalemi…

Kalemi, kelamı tükenmeyesi tüm insanlara saygı ve sevgilerimle…

not1: “Bu aralar teknik yazmaya başladın sanki Ilgıt, bloguna daha hafif yazardın önceleri” diyen arkadaşlarıma da sevgilerimi yollarken, sohbet sırasında arada bir bu gibi sıkıcı şeylerden de bahsettiğimi ve hepsinin “bildiğiniz ben” olduğumu hatırlatırım :)

not2: Zaten bu yazıyı da bir hafta önce yazmıştım da, söylenenleri tasdiklememek için bekletmiştim, yok tutamadım içimde olmadı, çıkardım ağzımdaki baklayı :)

Sevgiler canlarım :)

Ilgıt Teyhani
10.05.10