10 Mayıs 2010 Pazartesi

Ağzımdaki Bakla

“Karşıt fikirden insanlar oluşmaya başladı baba, kötülemeye çalışanlar, sırf can sıkmak için hakarete varacak denli üslupsuz konuşanlar…” demiştim bir gün. “Doğru bildiğiniz yoldan devam edin kızım, bu sizin bir şeyler yaptığınızın göstergesidir.”

Ne güç ‘bir şeyler yapmak’. Karşısında duranlar oluştukça bir tarafta olduğunu daha net anlıyor insan, varlığını taşıdığını. Ve inat gibi, parlayan bir güç de buluyor içinde, yoluna devam etmek için…

Bugün de Kitap-lık’ın yeni sayısı elimdeydi. Orada okuduğum kadarıyla, yanılmıyorsam Henri Michaux’nın, Descartes’ın “Cogito ergo sum (Düşünüyorum, öyleyse varım)”ına kendince karşılığı şöyle olmuştu: “Keşke o kadar kolay olabilseydi…”

Düşünmenin ‘dahi’ yetmediği yerdi çünkü, varlığının bayrağını dikebilmek. Pek çok filozofun da eleştirildiği nokta bu oldu şimdiye dek. Kazanımlarını iyi aktaramayan ve devinime katkıda bulunmayan bir düşünürün ‘bilge’ olarak anılmasının faydasızlığı üzerine yazıldı çizildi. Can Yücel’in de yazdıklarıyla yapmak istediği devinime öyle ya da böyle etki edebilmekti ki, şu dizeleri yazmıştı:

“Sözcükler ekmeğin lokmaları gibi.
Ben size lokmalardan kurulmuş bir şiir veriyorum.
Yiyin, bana şükredin, küfredin!”

Ağız dolusu küfürlerle dost anılan usta bir şairin, yazdıklarına karşılık kendisine şükredilmesini yahut küfredilmesini beklemesi… Bu dizede yazılı olanı düşünmek, yalnızca delinin birinin kuyuya attığı taşı kırk akıllının çıkarma çabası değil. İki halin de gerçekleşmesi, şairin yazdıklarının yandaş ya da karşıt bulabilmesini, yani akıl süzgecinden iyi-kötü geçmesini gerektiriyor. Anlaşılma çabasından da öte, ‘taşı gediğine koydum mu koyamadım mı ondan haber verin bana’ derdi galiba bunu bugün Can ustaya sorabilsek.



İşte, yazan, çizen, konuşan, müzik yapan, film yahut fotoğraf çeken, düşünen insanın derdinin salt anlatmak, anlaşılmak olmadığının açık kanıtı bunlar ve daha niceleri. Yazılan, çizilen, söylenen ne varsa, bir görüşe yahut bir körlüğe hizmet ederken, her sanatçı, bardağı taşıran son damla olmayı diler. İster sevdayı anlatsın, ister kavgayı, dostluğu, hayatı, kümülatif toplamların altına çizgiyi çekebilen olmayı bekler. Karşısındakinden iyi kötü bir tepki alabilmeyi, takdir edildiği kadar yorumlanabilmeyi de ister. Salt kendini geliştirmek adına da değil, bir şeyler yapabildiğine, taşları yerinden oynatabildiğine inanmak, “ben de geldim şu dünyaya” uğraşlarında yol kat edebildiğini görmek için.

Hani çocukken, biri bizim canımızı acıtmak isteyip de bize vurduğunda, canımız ne kadar acıdıysa da belli etmeyip, “acımadı kii, acımadı kii” derdik ya, ve nasıl da kışkırtır kudurtmaya çalışırdık karşımızdakini, sanatla uğraşanınki de o hesap.

Yerinde duramasın, yazmadan edemesin mi istiyorsun, geç karşısına “acımadı kii, acımadı kii” de, bak nasıl da perçinleşiyor dileğindeki dünyayı var etme isteği, uzuyor kalemi…

Kalemi, kelamı tükenmeyesi tüm insanlara saygı ve sevgilerimle…

not1: “Bu aralar teknik yazmaya başladın sanki Ilgıt, bloguna daha hafif yazardın önceleri” diyen arkadaşlarıma da sevgilerimi yollarken, sohbet sırasında arada bir bu gibi sıkıcı şeylerden de bahsettiğimi ve hepsinin “bildiğiniz ben” olduğumu hatırlatırım :)

not2: Zaten bu yazıyı da bir hafta önce yazmıştım da, söylenenleri tasdiklememek için bekletmiştim, yok tutamadım içimde olmadı, çıkardım ağzımdaki baklayı :)

Sevgiler canlarım :)

Ilgıt Teyhani
10.05.10

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder