4 Ekim 2019 Cuma

Senden, benden, bizden...

Buraya yazmadan geçen senelerde, defterime yazmakla, düşünmekle, yaşamakla, düşlemekle,
yaş alarak yaşamakla, bazen sitem, bazen düşme ve bazen kalkmalarla, çokça sevgi,
çeşitli yenilgiler ve beklendik beklenmedik mutluluklarla meşguldüm.


Yaşamamı gerektiren şeyler oldu, yaşadım.
Düşünmemi gerektiren şeyler oldu, bazen uzun, bazen kısa düşündüm.
Uyumamı gerektiren şeyler oldu, bazen olduğum yerde, bazen yatağıma geçip uyudum.
Çalışmamı gerektiren şeyler oldu, genelde çok çalıştım, bazen çok çalışamadım.
Eğlenmemi gerektiren şeyler oldu, hem daha önce hiç eğlenmemiş gibi,
hem çok iyi bilirmiş gibi eğlendim.
Sevmemi gerektiren şeyler oldu, daha az insanı, daha çok sevdim.
Sevmememi gerektiren şeyler oldu, öyle olunca genelde sevmedim. Belki o da azalır bir gün.
Büyümemi gerektiren şeyler oldu, büyüdüm. Bugünüme yetecek kadar.


Eskiden yazdıklarıma, yaşadıklarıma döndüğüm çok oldu.
Kendimi yanıma alıp başımı çok okşadım.
Geçmişe gidip kendimi sevesim çok geldi. İleride, geçmişe gitmiş olmanın hayalini çok kurdum.
Hiç görmediğimi bildiğim / sandığım kendimin, bir yerlerde bana iyi gelmek / ilham vermek için
geçmişe gittiğinden / gideceğimden neredeyse emin oldum.
Düğümlenen değil ama kendine sarmalanan,
sarmalandıkça büyüyen bir şekil aldım. Yay gibi, boyumdan az uzadım.
Bazen sıkıştım, bazen açıldım.


Saçmaladığım yine ve en az herkesteki kadar oldu, geri çekildim.
Giderek daha az saçmalamam gerekti.
Giderek saçmaladığımı daha erken fark ettim ve hemen hemen yaşanan ana kadar kısalttım
bu süreyi.
Çünkü saçmalamamı hoş görebilen ve saçmalamaya bayılmadığımı bilen dostlarım
ve dahası eşim oldu.
Yine de en önemlisi, galiba en çok ben kendimi hoş görmeye çalıştım ve olabildiğince becerdim.
Kendime dışardan dostça / kardeşçe bakmayı öğrendim çünkü. Bu süreçte,
saçmalamaya bayılmadığımı bilen, en çok bendim galiba. Gerisi bana ve bir yerlerden
bir sebebi olduğuna güveniyordu, o kadar.
Ya da buna inandım. Onlardan beni öğrendim. Ne güzel...


Yaklaşık 15 yıldırmış, inandığım bir kural vardı, ben dahil birimizin başına bir şey gelince
bazen sesli, bazen sessiz o kuralı doğrular / yanlışlardım. “İnsanın hayatı, nasıl geldiyse öyle gider.
Tarih değilse de, yaşanan hisler tekerrür eder. En düştüğünde hep kalktıysan,
yine kalkacaksındır.
Düştüğünde hep düşmüşsen, galiba bir tur daha düşmüşsündür,
ama devam edebiliyorsundur, o da bişe.
Kalktığında mevcutu koruyan var, kendi üzerine çıkan var.
Ve sen ne isen o’sun, ondan senin özelinde bu
olay şöyle devam etmeli...” gibi, uzun ama çokça doğrulanmış bir kural.
Kendi kuralımın beni yanlışladığı
oldu, zamana bırakmayı öğrenmeye, kuralı da düzenlemeye koyuldum.


Nasıl yıl başlarında muhasebe yaparsa insan, şu an da öyle galiba.
Bu geçen senelerde, en dostlarımı şehir ve yurt dışlarına vermekle,
yine de tükenmeyip çok güzel bir iki dost edinmekle meşguldüm.
Ve tüm bu süreçte, mevcutu korumak, ne kadar zor ve güzel.
“Zor ama güzel” değil. Bu çabalar sürerken, kendimi türlü şeylerde aradım ve bazılarında buldum.
Arayış devam ediyor. Bulmanın tatmini ile, bulduğunu yapıyor olmanın ve arayışın devam ediyor
olmasının yaşama nedeni yaratması, bir ömrün elbette yetmeyeceğini bilmek.


Bize sevgilerle…


Ömürlerce.

Ilgıt
04.10.19



9 Mart 2015 Pazartesi

Merhaba, ben kadın...

Birinci sınıftaydım, elim bir erkek arkadaşımın eline –erkek olduğunu bilerek- ilk dokunduğunda... Devlet okulundaydım, belirtmeye ne gerek varsa... Okulumuz tadilata girmişti, - Mimar Kemal İÖO- , Diğer okulla birleştirilmiştik, -Emine Sapmaz İÖO-,  sıralarda 3 kişi oturuyorduk. Kız sayısı daha azdı sınıfta, 2 erkek arasında 1 kız oturuyorduk. Arkalarda erkek yoğunlaşıyordu. Bugün olsa kızlar erkekler komple ayrı otururduk belki, hocalarımız daha güzeldi belki...

Erkek arkadaşlar birimize, oturacağımız yere elini koyarak falan hınzırlık yapmaya çalışırken, hep elini tuttuk biz onların. Onlara saçmaladıklarını göstermek için, ellerini tutup kenara çekip, öyle oturduk. Ama oturacağımız yere ellerini koymaları, sapıklık gibi değil de, salakça bir hınzırlık olarak vardı hayatımızda. Çünkü daha 1 sene önce, anasınıfında, büyükçe bir masa etrafında topluca otururken, sürekli bir şeylerini masanın altına düşürüp 2 saat çıkmayan tipler belliydi ve onlar mimliydi... Yanlarında oturan kız arkadaşlarımız için üzülürdük, o kadar. Onların dışındakilerse, salakça şaka yapanlardı ve bizden hoşlanıyorlardı... 

Sonra 3. Sınıfta, -biz henüz, o 5. Sınıftaki sınavlara dershanede hazırlanırken,- hoşlandığım ve benden hoşlanan çocukla aynı sıraya oturma şansı bulmuştum. Çünkü hızlıca boy atıyordum, ergenlik kendini yeni yeni göstermeye başlıyordu ve okuldaki sınıfta, boy sırasına göre önden ikinci sıra / en arka sıra olarak oturuyorken biz, dershanede, onun yanında oturan kızı montların arasına itip ortalarına oturabilecek kadar özgüvenim vardı. Bütün dersi el ele dinliyorduk ve bu ayıp değildi. Benim yazan –sağ- elim onun –sol- elinde, o ise not tutmaya devam ediyor, sonra birlikte çalışıyoruz.

Yani biz hem kardeş gibi büyüyüp birbirimizi kolladık, hem de kardeş gibi büyümeyip ama yine de birbirimizi kolladık. Ergenlikti bu, hepimiz aynı girmedik o döneme, yine şimdikiler gibi. Bazılarımız birbirimizi daha iyi anladık. Memelerimizi saklamayı öğrenip kambur oldu bazılarımız, çünkü erkekli kızlı tabii ki dalga geçilecek bir şeydi bu.  Hiç yoktan, önlüklerimizi değiştirmemiz gerekiyordu, ertesi dönem çok net anlaşılacaktı, gömlek değiştirmekle bir değildi bu.

Sınıfa cinsellik eğitimi vermek için her dönem geliyorlardı, pilot okulduk, az mı... Erkekler sınıftan çıkarılıyor, kadın bir hoca/hemşire/doktor her neyse, bize genç kızlıkla ilgili bir şeyler anlatıyordu, bunun normal bir süreç olacağını, korkmamamız gerektiğini söylüyordu. ‘Çocukluktan genç kızlığa geçeceğimizi’ anlatıyordu. Kafamızda bu, zaruri gerçekleşecek bir süreçti. Kesiklilik noktası ise adet olmaktı.  

Şu an ergenliğin bu kötü anlatımında, korkunç gelen bir nokta ise, belki de bunun zamanında tamamen bir Orkid tanıtımı oluşu...

Erkeklerinse pipi kontrolü topluca yapılıyordu. Sünnet olmamış kim varsa dalgası geçilirken, bir sonraki teneffüse, bizim çantamızdan zorla çıkardıkları pedler damgasını vuruyordu. Çocuktuk.

Sonra bir gün adet oldum. 5. Sınıftaydım. Öğlenciydim ve 2. Dönemdi. Bahar. Hele Adana’da ne güzel aylar. Annem babam çalışıyor, kardeşim okulda, ben evde tekken, evden çıkmadan az önce fark ettim. Korkuyordum. Annemi aradım. En yakın arkadaşı çıktı dahili hatta, çok severdim Aysel teyzeyi ama ona söyleyemedim. Annem öğle yemeğindeymiş. Çıkamadım evden, o yemekten dönene kadar, oysa adım gibi biliyordum ne olduğunu. Sadece hazır değildim. Saat 1’e geliyordu, annem bir telaşla aradı. O zamana kadar sadece ya hastayken, ya da eve dönerken ne isterim diye aramış, Halley demişim. “Anne, okula gidecektim işte, tuvalete girdim, sonra kan geldi sanki, ne yapayım?” Oysa adım gibi biliyordum ne yapacağımı. O pedin hangi dolapta nerde durduğunu biliyordum. Sadece hazır değildim.

Okula geç gitmiştim. Teneffüste en yakın arkadaşıma demiştim ki, “Sanki çok belli oluyor, eve gitmek istiyorum, off herkes anladı.”. O da, “Salak, bu kadar ayrık yürümezsen belli olmaz” demişti. Birkaç ders sonra okul bitmiş ve evdeydik. Bacaklar bitişik. Evde herkes bana çokça iyi davranıyordu. Annemin herkese söylediğini anlamış ve utanıyordum. Vücudumda ilk kez var olacakmışçasına, hormonlar ilerleyecek tüm senelerde kendini gösterecekti sanki. Artık psikoloji diye bir şeyim vardı da, öncesi boşluktu sanki.  Azıcık empati vardı, okulda arkadaşlık kurmama yetecek kadar ama sanki, artık onlardan –arkadaşlarımdan- farklı sorumluluklarım vardı benim. Yani kime nasıl davranacağını bilememekti benimkisi / bizimkisi.

Sonra dinen mükellef sayılmak. Allahım... Arkadaşlarımdan erken ‘sınava tutulmuş olmayı’ ben buralarda bir yerlerde kaldıramazken, yine buralarda birilerimiz de kocaya veriliyormuş o yaşta, büyüyünce öğrendim. İzole mi yaşadım? Sanmıyorum. Gericilik bu kadar saldırgan değildi sadece.
Giderek zorlaştı sonra her şey. Seçmeli derslerimize ‘müdür yardımcısı’ ‘din kültürü’ hocalarımız girip, bize tahta önüne çekilmiş masada namaz kıldırırken, ben pedimi, kanımı saklamaya çalışıyordum, alakam olmayan duaları okumaya çalışırken. Benim için alevilik, halamla anneannemin örtüşmeyen aşure zamanı ve tadıydı. Kardeşimse ilkokuldayken, Alevi olduğunu, duaları ezberlemek zorunda olmadığını söyleyip, adam gibi düşük notunu almıştı. O masada herkesten 1 metre yukarda namaz kılarken aklımdan geçmemişti böylesi.

Büyüdükçe görmüştüm, din kültürü derslerinde, masada namaz kılmanın şart olmadığını ve hatta o utandığımız saklamaya çalıştığımız memelerin, piyasada sağlam bir malzeme olduğunu. Öğrendiğim, öğretilmiş ne varsa, büyük yıkımı yaşanırken kafamda, ben geçmişimden, kadın olmaya dair, adet görmekten ötesini bulmaya başlamıştım.

Çok güzel şiir yazan kadınları görmüştüm önce. Mücadele eden, mücadeleyi var eden kadınları... Sonra o kadınlardan çok güzel bahseden adamları gördüm ve onları sevdim. Ruhi Su’yu küçükken anlamayıp, büyüdükçe anladım, Nazım’ın derinliğini büyüdükçe anladım, bir ucundan yaşamaya çalıştım, didindim, didiniyorum.

Dünyayı anlamaya çalıştım, annemi, anneannemi, babamı, dedemi, Türkiye tarihinde hangisinin hangi dönem neyi yaşadığını, ne düşündüğünü, nasıl davrandığını, benim bunu zamanında nasıl anladığımı, şimdiyse neye çıktığını, dünyamı anlamaya çalıştım.



Giderek her şey otururken yerli yerine, kadınlığımın, nasıl bir kadın oluşumun hikayesi, salt benle özgü kalamıyor. Karşılaştığım şeyler, onları nasıl yorumladığım... Kaç türlü insan çıkar içinden.

Ben dün gece rüyasında, kötü bir şeylerden koşarak kaçan o güzel çocuğu sakinleştirmek ve korumak için kovalayan, sonra kafasının orta yerinde bir silahın ışığını görünce, üzerine kapanıp, kafasından, onunla bir vurulan ama vurulmadan önce de “Bu silahı bir tekmemle savurabilmek isterdim” diyerek tırsan, gözlerini yuman kadınım. Çocuğa sürekli "Seni çok seviyorum tamam mı, sakın unutma, seni çok seviyorum, sen çok tatlısın" diyordum. Mermiyi kafatasım emmişti, çocuksa korkudan kımıldamıyordu. Sonra ikimiz de sağdık, mermi kafamın içinde, uyandım. Berkin’in mezarının nasıl yapıldığını okumuştum hemen öncesinde. Ondan olsa gerek.

Ben geleceği elleriyle kuracak kadınım. Rüyalarımı, bilinç altımı, saldırılarınızdan kurtarabildikçe ayağa kalkacak, ve ancak, ayağa kalkmamla onları kurtarabilecek kadınım.

Merhaba...

3 Şubat 2014 Pazartesi

"Biz şimdi gidiyoruz gibi ya dostlar / Bir gün döneriz elbet / Acısız, adsız"

Çocukken Grup Yorum'dan Gülten Akın şiiri olan -o zamanlar Gülten Akın'ı bilmezdim- "Büyü"yü dinlerken, son kıtasında "Büyü de baban sana / Büyü de büyü / Büyüyüp de on yedine geldiğinde baban sana / İdamlar alacak"ı dinlerken, yanlış duyduğuma inandırırdım kendimi. Çok çocuktum çünkü. O son dizeyi ısrarla “... inanlar alacak” diye söylerdim. “Açlık, yokluk, işsizlik tamam da, idam nasıl olur lan, öyle değildir. İnanlar alacaktır, yani hayallerin olacak, hem de inandığın hayaller, ülküler, 17 kocaman yaş...” derdim. –O zamanlar Erdal Eren’in masum yüzünü bilirdim sadece-

Erdal Eren’i babama sorduğumda o kadar sıradan bir olaymış gibi, “Bu çocuğun yaşını büyütüp astılar işte kızım” demişti ki, onun göstermediği şaşkınlık benim yüzüme oturmuştu. Yaşı 17’ymiş, 18 yapmışlar. Yaşını büyütmeselerdi de, 1 sene kendi büyüseydi sonra assalardı da tamam değildi ki benim için. Onun için de tamam değildi, öyleyse, bu ifade neyin nesiydi...

Çok geçmeden büyüdüm, yeri zamanı belirsiz, kesikli değildir zaten bu süreçler. İdamın darağacından başka halleri olduğunu gördüm sonra. Sokakta dövülerek idam edilmek, kafasına kurşunlar yağdırılarak idam edilmek, işkencede tecavüze uğrayarak, tecavüzcüsünden zevk alarak idam edilmek, bir vagona “Paralı eğitime hayır” yazan liseli evladı işkenceye götürülürken, “Yavruum, duruun, götürmeyin evladımı, götürmeyin, o daha çok küçük, o daha çok küçük” feryatlarıyla idam edilmek, emekli öğretmen olup gaz yiyerek idam edilmek, hamileyim dedikçe polis tekmesi yiyerek idam edilmek, 12’sinde everilip kendi canına kıyarak idam edilmek, senelerce ataması yapılmayan öğretmen olup idam edilmek, edilmek, edilmek...

“Ölür bir Japon çocuğu Hiroşima'da
On iki yaşında ve numaralı
Ve ne boğmacadan ne menenjitten
Ölür 1958’de Ölür bir Japon çocuğu Hiroşima'da
1945’te doğduğu için” N.H.

Değişen tek şey, idam hükmünün mahkemelerce onanmış olup olmamasıydı. Türlü halleriyle idam hükmünü veren de çeken de belliydi, idam kesindi.

“Buyruk kesindi
Gayrı gözlerini kör sürüngenler
Yüreğini leş kuşları yesindi” A. Arif

Bunun için, sen ben biz, belki birinden daha az birinden çok etkilendik ama, hepsinin yasını bir tuttuk, birine üzülürken diğerini hatırlamaktan kendimizi alıkoyamadık, unuttuysak utandık. “Unutursak kalbimiz kurusun” dedik, yazdık duvarlara.

 "yırtarak geçiyor kalbimizden
hayatı da törpüleyen zaman

şuramızda bir şey var
 acıya benzer
umuda benzer
böyle günlerde hayat
hem acıya, hem acıya benzer" Arkadaş Zekai Özger

Bugün de o adalet beklenen sembolik günlerden biri. İnsaf, vicdan, katil, faşizm çıkarken ağızlarımızdan iki katil sembolik olarak cezasını buldu -bulursa- diye sevinemeyecek hiçbirimiz. Ethem’in, Hasan Ferit’in, nicelerinin kanı kurumadı daha. Hasret’in, Metin Göktepe'nin, nicelerinin kanı kurumadı daha.

Hasret Gültekin / Sevgi Kuşun Kanadında

Sevgiler...

24 Aralık 2013 Salı

"Bir Bilsen Kimlere Tasa Kedersin"


‘Son kuşlar da geçiyor / Biten bir sevda gibi
Uyanıyor Ankara / Günün ilk saatleri' (06:48)

Sabahları işe giderken içimden Çağdaş Türkü’den ‘Uyanıyor Ankara’yı söylüyorum, yeterince ayılabildiysem. Kendimi sokakta servisin geçeceği yol ayrımına hızla yürürken bulduğumda, sıcak yatağımdan çıkalı en fazla 15 dk geçmiş oluyor. ‘Tam da kışa girerken bu işe girdiğim kötü oldu, hep gün doğumunu görüyorum ve hiç de romantik diil, saat 6’yı kaç geçiyor lan, hah tamam, hızlı yürü yine de’ diyorum. Kırtasiyenin köşesinden dönüyorum, marketlerin yanından geçiyorum, hepsi kapalı oluyor. Eğer çok acelem varsa, sokaktan geçen arabalardan birine el kaldırıyorum ‘Ya sokağın başına kadar sizle gelebilir miyim, servise yetişmem gerek de’. Alıyorlar. Hava yağmurluysa ıslanmamanın yolu olmuyor, geceden kar yağdıysa yavaş yürümem şart.

‘Sokaklar dolar şimdi / Bakmadan yağan kara
Başlanıyor her günkü / Yaşama kaygısına'

Kimseye denk gelmeyip de yürüyorsam, Digitürk’ün önünden geçiyorum. Bir tek o açık oluyor. (06:51) ‘Çift vardiya çalışıyor di mi lan bu güvenlik görevlileri, onlar için de ben hep bu saatte hızla geçiyor muyum şimdi? Hem ne demeye açıklar ki şimdi, üst katlarda çalışanlar da var, çok mu kritik yani şimdi bu saatte çalışmaları?’ diyorum.

‘İşe koşar kimimiz / kimimiz iş bulmaya
Sanki sonu görünmez / Bir yol gibi bu dünya’

Eczanelere bakıyorum, bugün de nöbetçi değiller. Gazete satan tek bayi, bugün de henüz desteleri açmamış oluyor. Bazen büfeyi bile açmamış. Desteyi açmasını beklesem servise yetişemiycem. ‘İşe gidince internetten okursun’ diyorum. Susamışım, pastane de açık, büfe de. (06:52). Servisçi amcadan isterim, geç kalma. ‘Ben, sen, o’ birinci tekilleri arasında gidip geliyorum sabahları.

‘Düşe kalka bu yolda / Sevdası, kavgasıyla
Birer özlemdir bunlar / Yalanı dolanıyla.’

Serviste 1 saatlik daha uyku çekebildiğim iyi oldu’ diyip işyerinde indiğim an (7.38) binayla servis arası donarken, metrobüste dikilmeye başlıyorum -belki gün içinde değişen- 1 milyon İstanbulluyla. Körükte uyuyakalıyorum. O sırada beyazyakanın yerleştiği toplu konutların ve plazaların yanından geçiyorum. Kıymetli yerler... Sanki orada değilmiş gibi müzik dinlemeye başlıyorum. Gözümü dikiyorum bir yerlere ama kimsenin gözüne değil. Yanımı yönümü kolluyorum. Derken bip, girdik dükkana. Kahvaltı yapıyorum. Bir şeyler birşeyler. Derken haberler akmaya başlıyor.

‘Bilinmez ne getirir / Bize gelecek günler
Her gün yeni bir umut / Her gün yeni bir dünya’

(08:50) Şu olmuş bu olmuşlar. Acun’un haber sunmadığı kanallardan okuyorum hafızamı silmesin diye. Okuduğum haberin beslediği bir şey varsa, o da geçmiş günlerde okuduklarıma bakarak bunu nereye yerleştirdiğim. ‘Yani demeye getiriyor ki...’ ‘Yani şu çevreyi dürtüyor ki...’ Köşe yazıları sonra, asıl onları bekliyorum.Biliyorum aslında yeni günün az çok ne getireceğini. Biliyorum ki sıramız gelse, seni beni yargılayacak olan, gelmişimi geçmişimi, kardeşimi yoldaşımı yargılamış kim varsa, onları yargılamayacak! Yine bize düşüyor iş.

'Akıp gidiyor yaşam / Sel gibi sokaklarda
Sürüklüyor her şeyi / Yorgun umutları da'

Gün içinde en çok gördüğüm, süregiden halin hazmedilememesi ama normalleştirilmesi oluyor. Kimse mutlu olduğundan da değil, başka türlüsüne inanmamaktan, yeni bir dünyayı kurmamaktan, o sırada işi gücü olmaktan, yanıtlayacak maili, izleyecek dizisi belgeseli olmaktan... Ama bir vicdan var ki o susmuyor. ‘Yok artık’ diyor haberi Acun’dan bile okusa. Bir şeyler değişsin istiyor. Bir şeylerin ne olduğu da net aslında. Onur zedeleyen ne varsa, ‘bunu bile bile bu halde yaşanmaz’ denen ne varsa, değişsin istiyor.

'Akıp gitse de yaşam / Gelmiyor bırakmaya
Karşı durmaktır yaşam / Tükenmemektir asla'

Peki biz ne yaptık buna karşılık ve öncesinde diyorum? Biz, yani, o dünyayı kurabileceğine inananlar, ne yaptık? Foyasını Cemaat dökene kadar, çoktan sermemiş miydik kirli işlerini bu adamların? Bugün karşı karşıya geldikleri ama, ara ara tripleşip, son kertede senin benim üzerime anlaştıkları cemaati aynı kefeye koymamış mıydık? Tabanda ayrılıp ‘solun oylarını bölmeye’ bile yeltenip, hükümetin kapısında eski üyenin eline broşür sıkıştırır gibi eskisini tavlayıp yeni aday gösterenleri bu suça ortak etmemiş miydik? Hukuksuzca bizi evimizden, işimizden atanın karşısına çıkmamış mıydık? Hukukuyla üstümüze gelenin hukukuna ‘Eyvallah’ diyebilmiş miydik? Diyememiştik.

'Karşı durmaktır yaşam / Onurla ve sabırla
Yüreğinde duymaktır / Sevdanı umudunla'

Adana’da, kardeşim henüz doğmamış olduğundan bildiğim, en çok 5-6 yaşındaydım. Baraj yolundaki Groseri marketteydik. Eskiden Tansaş’tı orası. Orayı ve birkaç yeri daha Groseri satın almıştı, babam ‘Bu adamlar bütün marketleri aldı, Groseri oldu her yer’ demişti. 90’lar işte, evde her kuruşun hesabını yapıyorduk, annem işe arabayla gitmeye son verip otobüs kullanır olmuştu, babamsa Adana’ya 2 saatlik yola öğretmenlik yapmaya gitmeye, onun dışında şehirdeki dersaneye de yürüyerek gidip gelmeye başlamıştı. Ben de marketten bir şeyler çalar olmuştum. Babam fark etti bir seferinde. Bonibon (ç)almıştım. Markette bitirip çöpünü bir reyona atmış olsam fark etmeyecekti belki ama bitirememiştim ve kasadan geçmiştik. Açılır kapanır kapının dışında, elimde kasadan geçirmediğimizi hatırladığı Bonibon’u görmüştü. ‘Unutmuşum’ demiştim. Eve gideriz sanıyordum. Markete geri döndük, elimden aldı kutuyu, ‘Bunu geçirmeyi unutmuşuz’ dedi babam, kasiyer kız okuttu, bana geri verdi, bana gülümsediler, gittik. Başka bir gün, aradan seneler geçmişti, ‘Bizim gibi insanların bir tek onuru vardır şu hayatta kızım, onu kaybedemeyiz.’ demişti.

Bugün biliyorum: Kötü insanlar kötü olduklarını bilmiyor olamaz baba.

http://agzimdakibakla.blogspot.com/2011/12/ben-duzgun-aydn.html

22 Kasım 2013 Cuma

Nereye kadar? Nereye böyle?

Hani bize ikramiye çıksa da şöyle az bi çalışmasak, ailemize eşe dosta destek çıksak, üstüne ev mi alsak, iş mi kursak, dünya turu mu yapsak, öğrenci yurdu mu açsak, kütüphaneler, tiyatrolar mı kursak-inatlarına-, devlet hastanesine ikinci el olmayan cihazlar mı alsak, aç mı doyursak diye düşündüğümüz zamanlar var ya, o ikramiyeyi, şanslı 8-10 numarayı, sosyalizme kadar hep bekleyeceğiz.

Ya da bize, bizim olanca naif-ev, araba, iş- isteklerimize, düşünüp taşınıp kredi verecek o ‘hayırsever’ bankalar, ve hayatımız boyunca hemen her ay gelirimiz olması gerektiğini bilerek iyi kötü çalışacağız ya, kudura kudura bekleyeceğiz o güzel günleri, ya da iyi kötü getireceğiz ölümümüzü. Romantik dedikleri ‘günün kızıllığı’nı bile görmeden uyanıp işe gitmeye koyulacak, günü eve varmadan batıracağız. Sürekli kaçamak yaşayarak, günden uzak.

Hatta, kalabalık bir şehirde, trafiğe takılmamak için karşılıksız –işimize devam  ediyor olma karşılığı- o mesaiye ‘gönüllü’ kalıp, bu işin kurallarını biz koyana kadar o bilgisayarın başında bekleyeceğiz, sırf trafik geçsin diye, kendi isteğimizle...

Çünkü onlar yapacakları metroları avm’lerden geçirecekler, senin benim çalıştığımız merkezlerden değil. Metrobüsün Zincirlikuyu durağında, bizi zorla ‘Zorlu Center’a sokmak isteyecekler. Bu yüzden yan etki olarak halka-bize- hizmet etmek zorunda kalacaklar, çünkü biz, o metro, metrobüs, vapur, tramvay gibi trafikten etkilenmeyen hizmetleri gören, dar bütçemizle araba almamızı gerektirmeyecek yüksek kiralı semtlerde kovalamaca oynamayı iyi biliriz, bilirler.

Hani onların 3er-5er evi olurken, sen ben hesap kitap kira verirken, semtler, evler arasında değişen kirayı meşrulaştırır, iyi kötü yaşarız ya... “Bu yeni yapılan bunca ev kime satılıyor peki” diye sorarken, onlar da yine kirada oturuyorlar, o evleri ‘onlarca’ satın alıyorlar, daha iyileriniyse Ağaolulları, Acarlar tepelerce satın alıyor, o yüzden bunu yaşıyoruz”  görürüz, o güne kadar. Birimiz askerliği yurtdışına yedirme hayalleri kurar, diğeri hayatta bitiremeyeceği yüksek lisansa başlar, bir diğeri senelerdir 120 kilonun altına kasten inmez, bir çoğumuz bilmem kaç ‘bincik’ öğrenim kredisini kendi ‘hakkı’ görür, ödemeye başlamak için o günü bekler...

Alkolümüzü 10’dan önce satın almayı -çünkü pahalı oluyor mekânlar- kâr görürüz biz, metrobüse mini etekle ya da dekolteyle, ya da ‘eşcinsel halimizle’ binmeyiz çünkü ne gerginlik yaşayacağımız belli değildir. Sevgili kişisiyle 10 santimden yakın durmak zinhar yasaktır ama toplu taşıma o kadar yoktur ki ellenip ellenmediğimiz arasında seçemediğimiz bir çizgi vardır... Ve işimizden ayrılmak için en yakın arkadaşımızla evlenmeyi seçebiliriz çünkü vaktinden önce ayrılmamak için onbinlerce liraya imza atmışızdır. İmam nikahlı olsak bi tarafımızı kurtarabileceğimiz bir dünyada yaşıyoruzdur, çünkü bütün sancılarımız ‘Evlenirsek geçer’.

Israrla katılmayız şu kadar para karşılığı kızlarımızı okutacak, okullarda kütüphaneler açacak, bilmem nereye ağaç dikecek şirketlerin etkinliklerine. Çünkü biliriz bizi bir yandan reklam malzemesi ederken, diğer yandan onların binlerce ağaç kesmeli, ‘ihtiyaç noktalarına bizsiz kaynak aktarmamalı’ işler yapacaklarını, bizi sıkıştıran etkinliklere sponsor olacaklarını.

Kardeşlerimizi, bizden sonra gelen kim varsa onları, yönlendirmeye çalışırız, ‘Şunu oku bunu oku, tarihini, bugünü bil, bi de Esen fizik çöz, Tümay geometri, bak iyi çalış’, oysa tek istediğimiz iyi birer insan olmalarıdır, ama bu düzende onu olabileceklerinden bile emin değilizdir. Gelmiş geçmişimize, onurlu yaşamımıza bırakırız, bize yüzyıllardır gelen iktidarın bıraktığı etkiden sonrasını.

Ola ki bağımsız yaşamana kiralarıyla, bedava sularıyla, maaşına primleriyle, erken emeklilik vaatleriyle, sana vermeyip onlara verdikleri kredilerle engel oluyorlarsa, ya da sevdiğin biriyle nikahsız yaşamanın adı 'nikahsız yaşamak'sa, kapın yumruklanıyorsa bir vakit, ailenden bu tarafa bile daralıyorsa sana dünya, ya da hadi inadına pırıl pırıl bir çocuk sahibi olmayı içten içe istiyor ama diyorsan,  ‘Ulan bu adamlar bu kadar istediğine göre, evliliğinde de, çocuğunda da kesin var bi pislik’ diye, senin yatağına yerleşmiş, yastığını yorganını çekiştirmeye başlamış demektir bu adamlar ve senin onları frenlemekle kalmaman, en doğal hakkındır. Hayırlı olsun.

İşimiz zor kardeşim, ama olmaz değil...

Selamlar, sevgiler.

31 Ekim 2013 Perşembe

Kocaman Ellerimiz Hatrında Nazım'ın

“Bu senin değil ülkemin ayıbı
Hırpalanmış yerlerinden öperim çocuk!” N.H.

Para kazanmak için annen baban ayrı şehirlerde çalışırken ve sen daha beşçik yaşındayken bayram harçlığı topladığında babana koşup “baba artık senin çalışmana gerek yok benim bissürü param var” diyen dillerinden öperim çocuk.

Pahalı diye annenden babandan istemediğin o akülü arabaya bakarkenki gözlerinden öperim çocuk.

Arkadaşların beslenme çantasında okula elmalı pasta getirmiyor, annen de sayıca herkese yetecek kadar yapmadı ve tasarruflu saat diye sen uyurken gece vakti pişti diye, o elmalı pastayı yemeyi ertesi akşama bıraktığındaki rüyalarından öperim çocuk.

Bugünkü hareketliliğinin, çok hayta bir çocukluktan gelmesinin beklendiği ama senin uslu bir çocuk-bir abi, abla, bir kardeş- olduğun o güzel yüreğinden öperim çocuk.

‘Bizim oğlanı özel de olsa bi bölüme yazdırmak istiyoruz, yani şimdi bizim kız mesela okumasa çok dert diil, ama erkeğin okuması şart, ne yazsak?” derken komşu, erinin eline bakan, okutulmamış, bir nesne diil belki ama çok çok bir özne olarak yaşatılmamış annen; senin bana çipil çipil bakan o ortaokullu, her şeyden anlayan ama ailesinin farkına henüz varmadığı, belki aşık bile baktığın ama daha yolun olduğuna inandığın o aşık olunası kadın gözlerinden öperim çocuk.

Ortaokulu, liseyi bitirdiğinde ‘beklendiği gibi’ hemen üniversiteye girEMEyip motor yağına bulanan ellerinden öperim çocuk.

ÖSS’ye idealini tutturamadığın için değil, bin kez ‘iş’e yarar bir bölüme girmek istediğin için cevap tutturmaya çalışan ellerinden, sınav çıkışı işe belki bugünlük devam etmeyeceğin ama senden çok da hesap sorulmadığında içerleyecek yüreğinden öperim çocuk.

Sen öğretmenlik okurken öğretmenlerinin senin olmak istediğinden bambaşka kafalarda olduğu, geçim derdinden, işi salt derse girip çıkmak olduğundan, senin koca bir adam olarak farkına varmadığı anlarda kafandan geçenlerden öperim çocuk, o öğretmenin senin adını hatırlayamadığı yerlerden. Ve babamı, o ortaokul yıllarında gazete satarken ondan hep bir gazete alan, bir gün o gazeteyi bir başkasından aldığı için boynunu büküp gittiğini gördüğünden, ‘Hasan, bugün şunu da alayım, ver bakalım bi tane’ dediğinde Hasan’ın kardeşleriyle ısınmak için balık kasası yaktığı günlerdeki 2 kuruş için parlayan gözlerinden, ‘cılık, culuk’ lisesi okuduktan sonra ileride parayı kırabileceğini bilmediği matematik fizik öğretmenliği diil, o adamın mesleği, ‘sosyal bilimler öğretmenliği’ni  okuduğu, sonrasında öğrencilerine faydalı olmak için feysbuktan bile soru yolladığı kafasından öperim, babasının kızı, kızının babası.

“Kızım bunlar yokluk çekmemişler, bana varyemez diyorlar ama yarın birimiz hasta olsak, elimizde tek kuruş para kalmaz” diyen dillerinden...

Sen doktor olma yolunda ilerlerken ‘yarın bir gün, çok kısa zamanda, kimse sigortası yeterince karşılamadığı için, parası olmadığından bu hastanelerin kapısından giremeyecek, farkında değil’ diyen yerlerinden öperim çocuk. O avm’lere, cafe’lere benzeyen hastanelere gitmeye zorlarken senin çalıştığın hizmet yoksunu devlet hastaneleri, senin bir doktor olarak yönetime etki edemediğin o pırlanta yüreğinden, bir yoldaşımıza kalp masajı yaparken, elektroşok verirkenki, yine de onu kaybederkenki ellerinden öperim çocuk. Annesine o kara haberi verirkenki bedeninden, kafandan.

Sen mühendis olurken yüklenen ‘satışçı profili’ne direndiğin yerlerden öperim çocuk. Yine yarın bir gün o imza yetkin olduğunda onu kötüye kullanmayacağın, kullanmadığın, ‘hayır bu proje tamamlanmadı, halkın denek olarak kullanılmasına müsaade edilemez.” diyen kafandan, ellerinden, kaleminden öperim. Bilim her şeye en doğru cevabı veremediğinde bile sırf yarın bir gün yanıt verebileceğini kavradığın için, sana ‘optimuma en yakın’ diye bir kavramı öğrettiği için, öndeliğini kabul ettiğin o mükemmel bağlantılı beyin sinirlerden, rüya görürken bile öperim çocuk. Öğrendiğin onca denklem sana bireysel çıkarlarından öte bir anlam ifade ettiği için.

Sen avukat olduğunda, adının ‘halkın avukatına’ çıktığı yerlerden... Avrupa’nın ‘en büyük’ adliye sarayında cüppenle yakapaça göz altına alındığın ensenden, çıkar beklemeden savunduğun davandan öperim çocuk.

Ve senin sanatını icra ederkenki o emektar ellerinden, gözlerinden, dilinden öperim çocuk. Dillendiremeden edemediğin yoksunluklardan öperim. Benim bunca kelimede anlatamadığım yoksulluklara tek bir sahnede değinen emeğinden öperim. Birikimini nerelere dayandırdığının salt eğitimle çözümlenemediği, ancak yaşanabildiği gözlemlerinden öperim çocuk.

Ve okuduğun bölümde öğrendiklerinden, o senin geliştirdiğin kafandan bambaşka işler yaparken sen, o sosyalist devrimin olduğu daha ilk gün belki sermayesine el konacak yerlerde çalışırken sen, o güzel, derin bir nefes alınacak günü bekleyen ciğerlerinden öperim. Senin okusun diye bilmem kaç kaçtan 5 lira yolladığın kardeşlerimizi, işte bütün o senin elini süremediğin kârla okutacağımız günleri bekleyen, beklemekle de kalmayıp, emek veren yüreğinden öperim.

“Uzun boylu olduğum için çarptı o mermiler omzuma, düşünsene ben olmasam önümdekinin kafasına inecekti belki...” diye seni direnişe getiren ayaklarından, kafandan...

O gerçek, plastik, gaz dolu, her neyse, mermileri halka karşı doğrulturken ‘birileri’, orada olmadan edemeyen yüreğinden, cesaretinden öperim.

İyi ki varız ve biz kuracağız o emeğimizin uykusuzluklarımızın gerisinde kalmadığı, yaşanası, sevilesi dünyayı.

“Delikanlım senin kafanın içi güzel, korkunç, kudretli, ve iyidir/
Yıldızlar ve senin kafan kainatın en mükemmel şeyidir!” N.H.


Sevgiler,

27 Nisan 2013 Cumartesi

O işler böyle oluyormuş


22.03.2013 
"Muuutluyuz biiiz heepimiz, biiiitmesin hiç sevgimiz" şenliğinin yerini "Ohooo daha ne uyanıcam, yarım saat var,  rüya bile görürüm”ler alır bir gün. Sabah 9’daki derse kalkmadığın saatte “Vay be uykumu da aldım ha, hadi bugüne iyi başladık” diyip kalkar olursun.

Leyla ile Mecnun’daki İsmail abi’nin iş bulma mutluluklarındaki “Ne güzel de işim oldu beniiiiim”i, “Ne güzel de işim oldu, insanlara gülümsemek zorunda kalmadığım, gülümsememi akşam görüşeceğim sevdiklerime saklayabileceğim”ler alır bir gün. Yapmacıklaşmaktır çünkü en büyük korkularından biri. Hayatın, içinde yaşamak zorunda bırakıldığın ama razı da olmadığın sistemin senden almaya yeltendiği şeydir çünkü mimiklerin ve doğallığın. Otobüste ne kadar somurtursan, işyerinde o kadar gülümsersin çünkü.

Kendini küçük hissedersin gittiğinde o koca koca binalara, alışık olmadığın kıyafetlerle. İstanbul’da yaşıyor ve metrobüsü kullanıyorsan her gün, Çağlayan’daki devasa Adalet Sarayı’na küfürler edersin her geçişinde. “Büyüklüğü değil işlevi önemli” dersin. Şehrin yükselen gökdelenlerinin adı geçer her gün aklından ve gözünün önünden. “O güzel günler geldiğinde ilk bunlara dokunacağız işte” dersin. “Bu kadar küçük hissettirilmeyeceğiz işte.”

F tiplerinden “F tipi hotel” gibi bahsedenlerde karşılaşırsın çevreni kendin seçemediğinde.

Dünya savaşlarının vehametinden, o gün yemekhanede çıkan ‘bulgur çorbası-hoşaf’ menüsüyle bahsedenlerle karşılaşırsın. “Kimin savaşı, neyin savaşı” dersin defalarca.

 “Onlara cepten bilmem kaç kaça 5 lira yollayıp vicdan mastürbasyonu yapmayla olmaz, dilenene para vermeyle olmaz” der durursun.

“Şu mesainin kalan saatleri de dolsa da, kendim olabilsem”
“Şu mesainin kalan saatleri de dolsa da, kendim olabilsem”
“Şu mesainin kalan saatleri de dolsa da, kendim olabilsem”
“Şu mesainin kalan saatleri de dolsa da, kendim olabilsem”

8 Mart 2013 Cuma

Pistanbul


Hisarüstü’nden herhangi bir yere gidiyorum. Trafiğin tıkalı olma ihtimalini hesaba katarak erken çıkmışım evden. Hah, otobüs geldi, iyi bari, durakta geçen zaman ölü zaman zaten. Kapıya üşüşme başladı. Kim önce binerse o erken gidecek. Otobüs durduğu için arkasında araç trafiği oluşmaya başladı. Hadi çabuk olalım. Dünya Göz’e kadar yol açık. Sonrası saate göre azıcık oynar.

Her iki yönde de trafik ağır ağır akıyorsa Etiler’in vale trafiği başlamış demektir. Hanımefendilerin beyefendilerin jiplerini durdurup, ıvırını zıvırını toparlamasını ve valenin direksiyona geçişini bekliyoruz demektir. Ya da yakışıklı bir abimiz aracını bir anda durdurmuş, az ilerideki büfeden bir şeyler almaya inmiş olabilir. İnsanız ya, müsamaha göstericez.

Gidiş yönünde trafik tıkalı ve gelişte hiç araba yoksa yolu dikine kesen bir trafik akıyor demektir. 4 Levent’ten Bebek’e gidenler olabilir. Ya da gittiği yöne gitmekten vazgeçip U dönüşü yapmaya çalışanlar olabilir. Çünkü sağdaki ilk sokağa sapıp arkadan dolaşmak çok zahmetli. Çünkü yine insan olan biziz. (O dikine geçişleri o daracık yola verende akıl yok zaten)

Levent’e kadar ağır aksak gelmişken metroya bineyim de yetişeyim gideceğim yer hangi zıkkımsa diyorum. Bazense o zıkkıma metrobüsle gidiliyor. Öyle olunca 2-3 durak daha Zincirlikuyu’ya kadar köprü trafiği çekmek gerekiyor. Yani kaç dakika boyunca sinirlerine hakim olmaya çalışacağın, zıkkımdan zıkkıma değişiyor. Trafiğe takılınca insan agresifleşiyor çünkü, ondan zıkkıma dönüşüyor koca koca semtler.

Yeterince şanslıysam, metroyla gidilecek bir zıkkımdadır işim. Metroya biniyorum. Hacı Osman-Taksim metrosu nedir? Hacı Osman-Taksim metrosu, insanların yüzyüze oturduğu, ayakta bekleyenlerin de ne kadar kalabalık olursa olsun birbirine 15 cm’den fazla yaklaşmamaya büyük özen gösterdiği metro hattıdır. Yine yeterince şanslıysam ayakta bekleyen çok yok demektir ve insanların yüzlerini görebilirim. İnsanların yüzlerine sırayla baksan bile kimseyle gözgöze gelmeyeceğinden emin olduğun, çünkü herkesin bakışlarını bir noktaya kitlediği hattır Hacı Osman-Taksim metrosu.

Bazen o kadar şanslı değilimdir ve metrobüse binmem gerekir. Metrobüse ilk binen de sonrakilerden önce gider, tek bir farkla, önündekini en şiddetli ittirenin de erken varma şansı vardır. Bir de oturacak yer kalmadı diye binmeyenler ama kapının önünü işgal edenler vardır. Senin amuda kalkarak bile olsa o metrobüse binmen gerekse, turnikeden koştur koştur gelip önce bu engelleri aşman gerekir. Öyle kolay değil körüğünü yediğimin metrobüsüne binmek.

Bazen de eve dönüş yolu oluyor ve metrobüsten Zincirlikuyu’da iniyorum. İki çıkış var, Beşiktaş Balmumcu bir, Levent Sarıyer iki. Bana gereken Levent Sarıyer çıkışı. Bu iki çıkış arasında da yaklaşık 20 metre boyunda 2-3 metre genişliğinde bir yolda yürüyoruz. Fakat bu kumsalda ayaklarını şıpırdata şıpırdata yürümeye benzemiyor. İnsan trafiğinde ani bir ağırlaşma. Çünkü sol kenarda bir iki sıra yan durmuş insan karşıya gidecek metrobüse binmek için bekliyor. Geriye kalan 1-2 metreyi ise geliş ve gidiş yönü olan insanlar paylaşıyor. Hızlı yürüyen biriysen ömründen ömür çalınıyor ve hangi zıkkım akıllının bu kaldırımı bu kadar dar yaptığını, neden binecek olanların az ilerden binmesinin sağlanmadığını, bir de şu önü boş olmasına rağmen hızlanmayan ablanın neyin kafasını yaşadığını düşünürsün. Benim için şu iki çıkış arası, İstanbul trafiğinin çok net minyatürüdür.

Metrobüsle Avcılar yönünde gidiyorsan, AVMlere peşkeş çekilmiş, 15 katlı bloklarla yerleşme alanına dönüştürülmüş yerleri görürsün. O pencerelerde yaşayan insanları düşünürsün. Onların o pencerelerde de değil, içindeki kutularda barındığını, çünkü iki iş günü arasında uyuması gerektiğini düşünürsün. Hafta sonunun, 5 iş günü çalışan biri için, dinlenme günleri olarak ayrıldığını, çünkü pazartesi tekrar işe gidebilmek için o arada kafasını dağıtması ya da toparlaması işte her neyse, onun gerektiğini düşünürsün. Fakat aslında, hafta sonunda kafanı dağıttın mı topladın mı, ne zıkkım yaptın, kimsenin zerre kadar umrunda değildir. Pazartesi günü işine git, çalış yeter. Hafta sonu tatilim var diye sevinirsin bi de üstüne.

Metrobüsün Okmeydanı Hastane durağında bugün bir yol çalışması vardı. Yolun kenarındaki bir ağacın kepçe ile sökülüşü 45 saniye kadar sürdü. Kepçe önce ağacı karşısına doğru eğdikçe eğdi. Sonra ağacın dallarına dolayıp başını, beri tarafa çekti. Sonra da kökünden söktü. Oraya betonu döktüklerinden birkaç gün sonra, orada önceden bir ağaç olduğunu, o kepçeyi kullanan operatör bile hatırlamayacak.

Bu da böyle bir anımdı.

6 Mart 2013 Çarşamba

Peki bu öğrendiklerimiz ne işe yarayacak?

Deterministik dünyadan stokastik dünyaya geçiş buhran yaratır çoğu bünyede.

Deterministik(kararlı) dünyada bir şeyin olma ihtimali, bir ‘bilinmeyen’e karşılık gelen değeri bellidir. Bu belirlilik dile kolay da gelse, çok zor sağlanır. Bu ihtimal şartlardan etkilenmez, yaklaşık bile olsa, öyle olduğu varsayılabilir. 6 yüzeyi olan adil bir zarda 4 gelme ihtimali nasıl 1/6 ise,  bir yol ayrımında kaldığında getirileri eşit ise a,b, ve c yollarından herhangi birini seçme ihtimalin 1/3’tür. Deterministik dünya, senin hangisini seçme eğiliminde olduğunu hesaba katmaz.

Stokastik dünyada ise ihtimaller sonsuzdur. Önceki basamaklarda ne olduğu, sonraki basamaklarda neyin gerçekleşeceği üzerinde etkilidir ve olayların gerçekleşme ihtimalleri geçmişe bağlı olarak şekillenir, değişkendir. Yarın yağmur yağma ihtimali, bugün yağmurluysa başka, değilse başkadır.

Stokastik dünya, deterministik olana kıyasla gerçeğe daha yakın bir dünyadır. Bu dünyanın sınırlarını belirlemek için sıfıra ve sonsuza gitmeye çalıştığımızda ‘yutucu durum’u (absorbing state’i) görürüz. Bu bize, içinden çıkış olmayan, sürekli kendini yineleyen(kendine dönme ihtimali 1 olan) durumu verir. Lisans eğitimi sorularından örnek verirsek, psikoloji modlarından ‘intihar’ modu ile eşleştirilir. Mutlu olan ile depresif olanın o moda girme ihtimali farklıdır, fakat o moddan çıkış yoktur.


Deterministik dünyadan stokastik dünyaya geçiş modunu, yani bu buhranı, üniversite eğitimini hesaba katarsak, yirmili yaşındakilerin epey yaşadığını söyleyebiliriz. Okulun sonu ve iş hayatının başlangıcı bu döneme denk gelir. Okulda, yeni döneme kaydolduğunda sonraki 4 ay içinde vize ve final dönemlerini hangi haftalarda yaşayacağın, dönemin giderek yoğunlaşacağı, son olarak final döneminde pek çok aktivitenden(hangi aktiviteler içinde bulunacağın dahi bugünden kabaca belli iken işte, hangilerinden) feragat etmek zorunda kalacağın barizken, çalışma hayatındaki 4 ayın bunun gibi bir sistemi yoktur. Kimle ne zaman ne düzeyde bir tartışma yaşayacağın, hayatındaki birinin vefatından ya da sağlık sıkıntılarından iş durumunun nasıl etkileneceği, işini sarkıtıp sarkıtamayacağın, buna bağımlı olarak içine girdiğin maddi yükümlülüklerden nasıl kurtulacağın net değildir. Yaşanır ve görülür.

Bunu insan ilişkilerinden örneklemek de gerekirse, bir de uzun süreli ilişkisini geride bırakanlar yaşar. Hangi tartışmanın kaç aylık süreçte yaşanan şeylerden kaynaklandığı bellidir. İlişki içindeyken, kabaca nasıl ve ne kadar zamanda çözümleneceği bellidir, bu belli olmadığında ise bir ‘dur-durak’ noktası konur ve belirlenen süre içinde durum çözümlenmediğinde nasıl sonuçlanacağı bir varsayılana, muhtemelen ayrılığa dökülür. Uzun süreli ilişkisini yeni bitirmiş insanın yaşadığı, işte bu deterministik dünyadan stokastik dünyaya geçiş, ‘kim neden böyle davranıyor’, ‘ben neden böyleyim’ sürecidir. Geçmiş son birkaç basamaktaki olayların, bugünkü ihtimaller üzerinde etkisi olmasının yarattığı kaostur yaşanan. Stokastik dünya ile gerçeği yani kaosu ayıran nokta ise, hayatın, rastgele faktörlerden etkilenmeye devam ediyor oluşudur. İhtimalleri kötü sonuçlar da doğursa, deterministik dünyayı, sırf ne ile karşılaşacağına hazırlıklı olduğu için, sonrasındaki stokastik dünyaya (sonrasında kaosun gelme ihtimalinin daha yüksek olacağını varsayarak) yeğler insan, bir süre.

Kaosu ve kaosa giden yolu sevmez insan. Etken olmak ister. Kendi hayatına olsun, hakim olabildiğini hissetmek ister insan. Hayatının düzen algısına bağlı olarak, kaos yaratabilecek şeylere imza atmak, o kaostan sağ çıkacağına söz vermek istemez, insan. Ama o imzayı atar, o sözü verir. Bazen sırf karmaşadan kaçmak için.

Stokastik bakışla, insan, hayatını kaostan determinizme sürükleme eğilimindedir. Stokastik dünya ise, karar verme sürecinin temel basamağıdır. Rastgelelilikle yüzleşilen, minimuma indirgemek için deterministik dünyaya geçiş, ihtimallere bağımsız yaklaşabilmek için ise kaosa geçişin mümkün olduğu durumdur. İnsan, oranladığında, zamanının pek azını burada geçirir. Çünkü ya determinizm, yani var olan düzeni sürdürmek onun kolayına gelir, ya da kaos onu içine hapseder. Gerçek dünyaya bakıldığında aslında, kararlılık da, kaos da, yutucu durum olarak ele alınabilir. İkisinden de kaçış zordur. İnsan ikisinde de atıl hisseder, karar verme yetisini ele almakta, bir başka duruma geçmekte zorlanır.

Kaostan kararlılığa geçişin mi daha kolay olduğu, yoksa kararlı durumdan stokastik duruma geçişin mi daha kolay olduğu ise, insanın karakterine çok temelden bağımlı bir süreçtir ve bu hayatlarımızı formüllenemez yapar.

Herkese çözümlenebilir hayatlar...

10 Şubat 2013 Pazar

Muhasebe

İnsanı insan kılan, kendisine yüklenmeye çalışılan güdülere karşı koymaya çalışma iradesi olsa gerek. Bencil insanın, bencillikte kararlılığı; korkağın cesaret gösteremeyip çekiniklikte ısrarı; hırslının, hırsını, kazanmanın öncülü sayması... Kendiyle baş etmeye çalışan insanın bunlara ve bu hisleri taşıyanlara tahammülsüzlüğü, tüm bu insanî deformasyondan daha doğal.

Hayali fazladan evi olup onu kiraya vermek olanın bencilce isteği, sayılarının az olmayışına bakarsak, başkalarının ev sahibi olmamasına çıkar.

Tarih, insanın doğayla savaşından çok, insanın insanla savaşıyla şekillenen şeydir. Ayakta birileri kalacaktır, bu doğayı ırgalamaz ama insanı ırgalar. Kötülüklerin insanın doğasında bulunduğu ne kadar büyük bir yalansa, insanın kendine aşılanan kötülüklerle savaşması da bir o kadar elzemdir, beşerî görevidir.

İnsanın insana ettikleri, aradan yüzyıllar da geçse unutulmaz. 30-40 yılda, hiç unutulmaz. İyisi de, kötüsü de.

İnsanın insana ettiği kötülükleri vahşet kılan, ona, kimseye anlatamayacağı şeyleri yaşatmaktır. Çoğu zaman devlet eliyle, savaş ya da darbe kisfesi altında yaşatılanlar, insan olanı, yaşadıklarının itirafıyla gözyaşlarına boğan ve sırf yaşayabilmek için normalleştirme çabasıyla beraber gerçeklik algısını bozan şeylerdir. İşte en çok, bunlar unutulmaz. En derin uykulardan uyandırır, en çok bunlar unutulmak istenir.

Sudaysan, o suya seni birinin mi attığının yoksa kendinin mi atladığının bir farkı yoktur. Yüzme bilip bilmemen sonucu değiştirse de, artık ıslaksındır ve yer yer suyun altında, nefes almaya çalışıyorsundur.

“Bana balık verme, balık tutmayı öğret!” diyenin sesi çok çıkmıyor madem, “Ona balık verme, balık tutmayı öğret!”

Yaşayacağımız, hepi topu, maksimuma vursan 70-80 senelik hayattır ve nasıl yaşadığımız, bugüne de yarına da etki eder.

İnsanı, düşünen, büyük resme bakabilen bir varlık olmaktan çıkarıp, vicdanına konuşmak, çirkinliğin daniskasıdır. Vicdana değil, fikre hitap etmeye çalışanlar, günümüzde çoğu zaman kaybetse de, olanca dürüstlüğü ve onuru ile göçüp gidecektir.

Pavlov’un köpeği olmak kolay, insan kalmak zor olan.