13 Mart 2010 Cumartesi

Are you a fair dice? Should i respect you?

Derslere eksiksiz gitmeye çalışırken, bir yeni uğraş buldum kendime, dersi daha zevkli ve pür dikkat dinlenir hale getiren: Not tutmak! :) Yok, bu bildiğimiz ders notlarından bayağı farklı. Fotokopisini çektirmeye acaba kimse yanaşır mı bilemediğim notlar bunlar. Hocanın ağzından çıkan, konuyla oldukça alakalı ama üzerine düşünme potansiyeli taşıyan cümleler. Dersler her zamanki sıradanlığıyla akarken, ben hocanın ağzının içine bakıyorum, ondan neler kazanabilirim diye. Dersten çıktığımda hiç düşün cümlesi not edemediysem bile, bütün dersi ilgiyle ve öğrenme isteğiyle dinlemiş bir öğrenci oluyorum.

Bana en çok malzemeyi simülasyon dersi hocamız A.Rıza Kaylan veriyor. Şimdilik böyle bir hayrı dokunduğunun farkında değil. Hatta aklının ucundan dahi geçmeyebilir, bilmiyorum. Geçen ders, şunları not etmiştim defterimin arkasına:“Is it really imitating a fair dice? Should i respect it?” (Gerçekten adil-hilesiz- bir zar gibi mi davranıyor? Onu dikkate almalı mıyım?)

Excelin sunduğu istatistiksel verilere ne kadar güvenebileceğimiz hakkında söylediği, sıradan cümleler… Bu cümleleri not ettiğim günden beri ‘fair dice’ taklidi yapanlar, daha çok dikkatimi çeker oldu. Ne tür bir ilişki olursa olsun-arkadaşlık, aşk, para-, çirkin bir oyunsa oynanan, oyunu kurallarına göre oynamak masumiyeti kuvvetlendirmese gerek’i gözledim durdum.

Bu taklidi yapanlar genel olarak, hali hazırda olageldiği ile olmak istediği insan arasında bocalayan-yer yer uçurumu barındıran- insan evlatları.

Bulmak istedikleri ile yöneldikleri farklı. (Buna en genel örnek olarak, idealindeki ülkeyi savunan partidense, iş bitirici partiye yönelenleri verebiliriz.)

Kazanmak istedikleri ile elde etmek için uğraştıkları farklı.

Geçmişlerine katmak istedikleri ile bugünleri farklı. (Çünkü daha yarına vakit var…)

Kaybetmeyi hiç istemedikleri ile göz kırpmadan sırt çevirdikleri ise aynı. (Çünkü hayat, bir yeni fırsatı daha elbet çıkaracaktır karşısına…)

Nette yazılı fıkrası uzun, ben kendimce bahsedeyim, bu durum bana şunu hatırlatıyor: Köyün birini sel basmış, bizimki çıkmış yüksekçe bir yere, kurtarılmayı bekliyor. Köylüler sandalla yanaşıyorlar, “gel bin” diyorlar, bizimki “Allah kurtaracak” diyor. Üç gün geçiyor beş gün geçiyor, yine geliyorlar, “gel inat etme bin” diyorlar, bizimki yine “Allah kurtaracak beni, siz gidin” diyor. Sonra tutup helikopterle yanaşıyorlar, “gel etme eyleme, bin şuna” diyorlar, bizimki “De gidin uğraşmayın benle, beni Allah kurtaracak.” diyor. Sel tekrar bastırıyor ve bizimki mevta oluyor. Öte dünyada sorgu sual derken, bizimki nasıl oluyorsa küskünlüğünü dile getiriyor: “Köylüler beni o kadar kurtarmak istedi, Allah kurtaracak dedim ama kurtarmadın.” Allah yanıt veriyor: “Ey kulum. Sana 2 sandal, 1 helikopter gönderdim. Sen inat ettin ben ne yapayım.”

Kıssadan hisse, demem o ki, içimizde neyin inancını taşıyorsak, işte o inanca yakışır şekilde davranmak ve o “ideal insan”a yönelebilmek için, hayalimizde kurduğumuz ‘Mutlu Huzurlu Ben-Biz’ tablosunun hatlarını oluşturmak elimizde. Yeter ki kapımıza gelenlerin kıymetini bilelim, kendimize aykırı düşmeyelim. Yoksa o uçurumda uçmayı öğrenmek ne mümkün, kafamızı taşlara vura vura düşmek an meselesi.

‘Fair dice’a uzanan yolculuğumuzda, insanlarda güçlükle oluşturduğumuz ‘saygı’yı kaybetmememiz dileğiyle…

13.03.10

4 Mart 2010 Perşembe

Kaçanla Koşanın Farkı



"Kaçmak, garantisi değildir yaklaşmak istediklerimizin..."

21 Ağustos 2009'da yazmışım bu cümleyi, az önce rastladım. (Harici belleğe ihtiyaç duyanlar, mutlaka yazı yazmalı :)

Yazının geri kalanında da birer cümle ile, neyden kaçtığımdan ve neye varmak istediğimden bahsetmişim. Sonunda da "Sadece, o yöne koşmakta olduğumu diliyorum." demişim.

Sanırım doğru yoldayım :)

Hazır hepimiz kimi sebeplerle -doğduk doğalı- bir şeylerden kaçmaya çalışırken, nereye koştuğumuza da dikkat edelim istedim.

Tabana kuvvet, yöne dikkat :)

not1: Yazıyı yapıştırıverseydin de ne kendin yorulsaydın, ne bizi yorsaydın, zaten kısaymış, böyle yazman daha uzun bile sürdü diyebilirsiniz. Size güncelleşmiş halini sunayım dedim, hepsi bu :)

not2: "Bu nasıl blog yazısı, saymam" diyor içimin bir yanı. Ama derginin yeni sayısının tema yazısını taze bitirmemin huzuruyla bunu hoş görüyorum. Size de kısa geldiyse, siz de görün :)

Ilgıt'ın selamı var.

04.03.10

3 Mart 2010 Çarşamba

Tevazu Dedikleri

Akşam saatlerinde yorucu ve akmayan İstanbul trafiğinde, kulağımda müzik, otobüsün camları buğulu olduğu için dışarıyı seyredemeyişim yüzünden de elimde kitap, yoldaydım. İki saat erkenden yola çıkmış olmamın verdiği rahatlıkla, otobüsün 10 dakikadır yerinden kımıldamamış olması sinirlerimi bozmuyordu. Otobüsteki herkesin de vakti bu kadar bol değildir herhalde, şimdi ne gerginlik vardır ne gerginlik diyerek, insanlara biraz kulak kabartmaya başladım.

İki lise öğrencisi kız, yanımda ayaktaydı. Edebiyattan konuşuyorlardı, dinledim. Daha doğrusu Türkçe dilbilgisi hakkında konuşuyorlardı da, bu dersi sevmemelerini “Edebiyattan nefret ediyorum” diyerek dile getiriyorlardı, büyüyünce aralarındaki farkı öğreneceklerdi, bana düşmezdi, sustum :) Bana çok çarpıcı gelen diyalog da şu şekilde oldu:

- Ya büyük ünlü uyumu küçük ünlü uyumu falan hiiç bilmiyorum. Ne saçma şeyler.
- Aynen ya ben de.
- Sen hiç değilse dersanede falan öğrenmişsindir de, bende o da yok.
- Ya bir derste hoca bahsetti de, hiç dinlemedim, baya bilmiyorum.

Kabul ediyorum, biz de “Aa bilmiyor musun, bak hemen öğreteyim çok kolay” diye atılanlardan olmadık.-Bize umutsuzca yaklaşıp “Ben çözemedim de nasıl çözülüyor” diyenlere hariç-. Biz de çok şey bildiğimizi-hele ki dersle alakalıysa- göstermemizin, bizi ‘inek’ yaptığı günlerden geçtik, olabildiğince kaçınmaya çalıştık bizi öyle yaftalamalarından ama başarısızlıklarımızla övünmek de bir yere kadar. Ya da belki, başarısızlıklarımıza sığınmak. Bu diyalogun üniversitede yaşanması en muhtemel versiyonu da şu:

- Ya n’olucak bu bıkbıkbık sınavı?
- Abi derslere hiç gitmiyorum ki, hocanın adı ne onu bile bilmiyorum, sen hiç değilse gidiyorsun derslere.
- Gidiyorum da ortalamam …(kendince düşük bir sayı) zaten. Ne yüksek lisans ne bişe, kendimi zor kurtarıyorum.
Ta ilkokuldan beri süregelmiş öyle bir hal ki bu, belki hepimizde de var örnekleri, başarılarımızı söylemekten, hatta söylenmesinden köşe bucak kaçıyoruz. Üslup elbet önemli, bazıları öyle bir geriniyor ki, “Hay yapmaz olaydın o ortalamayı, hay çalışmaz olaydın şirkette” diyesimiz de geliyor ama işte zaten bu dengeyi kurabilmek marifet. Eksik gedik yanlarımızı, sosyal beğeniyi-insanlardaki azıcık kalmış merhameti- kazanmak uğruna sere serpe söylemekse istediğimiz, ne diye böyle kasıntısı olmayanların yaptıkları gözümüze giriyor. Değil işte, sen de ben de farkındayız, adam yapabildiyse var bir sebebi, elimizde minare kılıflarıyla gezmek niye? Hele zaten başarılı addedilen insanlar neden kendini yerin dibine sokma çabasında onu zaten çözebilmiş değilim. Yer yer sen de ben de bu hataya düşüyoruz, biliyorum, gördüm. Mütevazılık denen şey, kendini içesiye yermek değil ki, övülesi bir yanı söz konusu olduğunda, onu biraz olsun aşağı çekebilmek, sebeplerle temellendirilebilir hale getirmek. Tdk da arkamda bu konuda: Mütevazı(alçak gönüllü): Kendi değerini olduğundan aşağı gösteren, başkalarını küçük görmeyen, büyüklenmeyen (kimse).

“Fazla tevazu kibirdendir.” sözünü duydum duyalı, mütevazı kalmam gereken durumlarda nasıl karşılık verdiğime daha dikkat eder oldum. Çok sık denk gelmiyor zaten böylesi anlar da, olduğunda bari, makul davranmak, abartmamak en güzeli :)

Gideceğim yere gidip geldikten sonra, kafede arkadaşlarla otururken de tam bu olaydan bahsettim arkadaşlara. Başarısızlıklarımızı övünç kaynağı gibi sunma halimiz falan derken tam kalkıyorduk, yan masadan aynen şunları duyup bir sağlam güldük:

-Ya benim odada tek bir arkadaşım yok ya. Yurtta bir arkadaşı bile olmaz mı insanın?

Bu kafayla olmaz arkadaşım. Otur, çayını iç bitir, git yurduna, açacak iste kalem iste bir şey yap, bul kendine bir arkadaş, sonra da ortamı idare eden güldüren insan benim, beni seviyorlar diyerek ortalarda gezme.

Niçe amcam da çok güzel değinmiş: "Kendini aşağılan kişi yine de aşağılayan kişi olarak kendine saygı duyuyordur."

Hepimize “Beni aşağılayacak bir insan varsa o da benim” çabalarımızda kolaylık dilerken, ‘aşağılık’, ‘mütevazılık’ ve ‘kibir’ üçgeninde, en kararlı köşeyi sağlayabilmemizi de temenni ediyorum.

Saygı ve sevgilerimle :)

Ilgıt Teyhani
03.02.10