27 Aralık 2009 Pazar

Léonus Plantum


Türkçe meali, Léon’daki bitki. (“Leon: Sevginin Gücü” var oldu olalı* Latince konuşuldu da biz mi öğrenmedik, birebir çevirisini yapmadık)

Filmde Léon’un en iyi arkadaşı olmakla kalmayıp, kimi çevrelerce filmin başrol oyuncusu olarak da görülmüştür kendisi. Bu açıdan baktığımızda Léon’un da Mathilda’nın da koltuğunu sallamaktadır. Peki nedir bu bitkiyi bu denli önemli kılan? Neden sonuna yalnızca ima maksatlı üç nokta konan, öznesi yüklemi yerinde bir cümle imajı yüklenmiş? Bize ne denmeye çalışılmış?

Hayattan kopuk ve işi gereği hayat koparan Léon’a hayat sunan bir varlık gibi bu bitki. Onu yaşadığı dünyadan-ölümden- koparabilen tek şey. Onu terk etmeyen, ona muhtaç ama kurumaktan da çekincesi olmayan, yeşilini ve tazeliğini yani tüm varlığını Léon’a sunan tek canlı.

Bitki açısından da durum pek farklı değil. Onu yaşadığı sessizlikten-gürültüden- koparabilen tek kişi Léon. Onu terk etmeyen, ona muhtaç ama ölmekten de çekincesi olmayan, şefkatini ve sevgisini yani tüm varlığını Léonus Plantum’a sunan tek canlı.

Léon, Mathilda’ya gözleri parlar bir halde bitkiyle nasıl da benzeştiklerini anlatırken “Onun da kökleri yok, benim gibi” diyordu. Köklerin uzayıp gelişmesinin, saksının sınırlarına dek mümkün olması düşündürüyor. İçinde yerleşme isteği barındıran zorunlu bir göçebelik hali. Sen gibi, ben gibi… Büyümek için, ilkin yerleşmeyi koşul tutan ama yerleşebilene dek de mızmızlanmayıp Léon’un ona her su verişinde, parlaklığını ve yumuşaklığını cömertçe sunan, “O hep mutlu” dedirtebilen bir insanüstü…
Huzurlu bir bekleyiş…

Hatta bana kalırsa, Léonus Plantum zaten çokça mutlu. O diğer pek çok saksı çiçeği gibi salonun bir köşesinde yahut herhangi bir pencere önünde yaşam sürmüyor. O, Léon’un, nereye gitse, yanına illa ki aldığı… Ve mermilerin arasında kalıp canının derdine düştüğünde, bir yere gidemediğinde, havalandırma boşluğundan güvenle, güvende olsun diye, aşağı saldığı… Hatta neredeyse, ona sahip çıksın diye, Mathilda’yı peşi sıra aynı delikten yolladığı… :)

Belki, o denli benzeşiyorlardı ki Léon ve Léonus Plantum, artık özgürce kök salabilecekleri vakitler de denk düştü... (Babam televizyonda bu ve benzeri karşılaşma sahneleri gördüğünde şaşkınlıkla “Görüyo musun Allah’ın işini” derken ben hep, “Baba o Allah’ın işi değil, senarist öyle yazmış” diye düzelten olurdum küçüklüğün getirdiği bilgiçlik taslama hali içinde ama yıllardır senaristin bu basit kurmacasını kabul etmektense, zekâ pırıltısına gülümsemeyi tercih ediyorum. Böylesi daha keyifli :)

*Sevginin gücü hep vardı!

11 Aralık 2009 Cuma

Yıl Sonu Karnem


Bitiyormuş 2009. Arkadaştan duydum az önce, ben onun yalancısıyım. Düşündüm ki, dönüp bir yıllık değerlendirme yapmanın vakti geldi galiba. İlerde nasıl hatırlayacağım bu seneyi acaba?

Güzel bir yOLculuk başladı mesela bu sene benim için. Evet evet, en çok bunu hatırlarım. “İyi ki” bile derim gibi geliyor. Şimdi bile dönüp diyorum bazen, “Ne cesaret…” diye… Hayatıma nasıl da güzel bir anlam geldi yerleşti, nasıl büyük mutluluklar getirdi, hayatımda bir şeyleri rayına oturttu…

Sonra güzel insanlar tanıdım. yOL arkadaşlığı diye başladı, derin dostlukların adımları atıldı… Ruhuma en dokunabilen, çok güzel insanlar tanıdım ben bu sene… Hayat gailesi içinde, zaman ne getirir, ne götürür bilinmez, yalnız kendimizi biliyoruz işte biraz. Türlü beraberlikler yaşadık, yaşıyoruz, yaşayacağız… Biz yine, hep beraber, mutlu olmaya, en azından huzuru bulmaya çalışacağız… İnanıyorum…

İkinci sınıfla üçüncü sınıf arasında bocaladım bu sene. “Kaç oldun sen şimdi?” diyenlere “3’ten gün aldım” dedim gülerek. Geçiştirdim. Ama üzüldüm de. Çabaladığım da oldu, hiç karşılığını alamadığımı görüp kendimi bıraktığım da… Türlü hallerinde gezindim öğrenciliğin. Yine içimdeki o arsız ses, hep savuşturdu korkularımı, sıkıntılarımı, “Her şey düzene girecek, güzelleşecek, sen elinden geleni yapmaya çalış da, gerisini hayata bırak…” dedi durdu. O ses, bu sene ne de çok konuştu…

Bu sene ilk kez bu kadar şiddetle yurtdışına gidip staj yapma girişiminde bulundum. O taraklarda bezim, o yerlerde gözüm yoktu benim, bilen bilir. Bu sene, her nasılsa, yükseldi işte içimden böylesi bir istek. Sınavıdır mülakatıdır uğraştım, beklediğim gibi sonuçlanmadı. Ben yine ustalıkla, hayırlısını diledim, ama içimden galiba ufak da bir and içmiş olabilirim. Yemin gibi, inat gibi… Ben de bilmiyorum… Bilsem de söylemem :)

Ailemle pek görüşemediğim bir sene oldu bu. Özledim onları çokça. Çok şükür sağlıkları yerindeydi, benim de öyle genelde, beklenmedik ani ve sıkıntılı görüşmelerimiz olmadı haliyle. Sevindim çokça. Ha, bir de tazecik bir yürek katıldı ki aileye, dünyalar tatlısı. Adını İlkay koyduk. Adıyla yaşasın…

Hayatımın statikleşmeye yüz tutmuş ama kinetiğini asla kaybetmeyeceğine inandığım güzel dostlarımla ise, çok güzel vakitler geçirdik çok şükür :) Off, ne çok dinlediler beni. Çok konuştum ben bu sene çok, evet ben bu seneyi kesin böyle hatırlarım. Ama dur, dinledim de baya. Olur canım dostlar arasında böyle şeyler, lafı bile olmaz :) (Off, ilerde ne de güzel dalga geçeriz var ya bu sene konuştuklarımızla, dünyayı kurtardıklarımızla… :)

Ben, türlü koşturmacalar içinde aşık bile oldum bu sene. Vallahi attı kalbim. İnan bak, kuşlar cıvıldadı güpegündüz yıldızlar döndü başımda. Heyecandan dizlerim öyle titredi ki yürüyemedim kaç sefer yahu :) Bi gönül rahatlığıyla “Seni seviyorum” diyemedim o ayrı. O da 2010’a kalsın artık :)

Ama attı kalbim diyorum yahu, daha ne olsun, mutlu mutlu şiir bile yazacaktım az kalsın. Ama aklım öyle zamanlarda o kadar karış havadaydı ki, bir uzanıp toparlayamadım kelimeleri… Olsun, yaşandı ya her biri…

Dışarıda deli dehşet bir yağmur var, hava tam evde oturmalık ama ben dışarı çıkacağım. Çünkü ben hayatım boyunca ilk kez bu sene, yağmuru sevmeye başladım. Bir kasım akşamıydı, ayaklarım öyle yerden kesilmişti ki, ayakları yere basmanın marifet olduğu bu dünyada ıslanmayı hak ediyordum…

Şimdi, düşünüp bu yürek çırpıntılarını, gel de güzel hatırlama 2009’u...

Çok şükür…

Ilgıt Teyhani
11 Ara. 09

5 Aralık 2009 Cumartesi

Geçmiş Zamanda Mutluluk

“Mutluluk, bittiğinde anlaşılır” demiş biri, benden evvel…

Yaşarken neden o eşik değerimizi aştığımızı hissetmekten alıkoyuyoruz kendimizi… Doyumsuzluktan mı dersin? “Hala sıkıntılarım var görünürde, dur hele bunun neresi tam, neresi mutluluk” mu diyoruz? Yoksa aksine, kabullenir mi olduk, süreksizliğini… “Ben biliyorum, yine böyle olmuştu, ama bitmişti.” diyip, ket mi vuruyoruz hissettiklerimize. Mutluluğu -cumartesiyi- sürdüreceğimiz vardıysa da, günümüzü pazara çekip, sendrom öncesine mi hapsoluyoruz… Tüketip, haklı çıkıyoruz… Haklı çıkmanın buruk mutluluğunu da utanmayıp, tanıdık bilip, -ki hiçbir durumda hiçbir şeyi hak etmemizin söz konusu olmadığına inanırım-, güvende mi hissediyoruz kendimizi… “Şükür, yine bildiğim sulardayım, durgunluğum gel beri…”

Mutlu olduğumuzu söylemekten hep kaçınırdık biz zaten. Düşündük, sebep aradık, “Neden böylesi korkuyoruz, mutluluğumuzu bırak söylemeyi, kendi kendimize bile yazamıyoruz, itiraf edemiyoruz”a… Nazar dedik, nispet yapmamak dedik, bozulur dedik, durduk… Çünkü mutluluk, zaten insanın yüzünden okunan bir şeydi, metrelerce öteden… Öyle bir ışıltıydı ki o taşıdığımız –taşıyamadığımız-, yokluğu değil, varlığı sezilirdi, uzun bir aradan sonra yüze yerleştiğinde… Sonra günü gelir -hatta pek de çabuk gelir-, hayattan o ışığı sömüremez olurduk, hayat bizi yeniden esmer kılardı, ve o ilk gün her ne kadar taşımaya çalışsak da aynı gülümser ifadeyi suratımızda, arkadaşın teki tutar çekerdi kolumuzdan, “Bugün bir durgunluk var sende, hayırdır” derdi…

Hayır hayır…

Haayır…

“İnsanca özlemler dünyaya uymuyorsa,
Bozuk olan dünyadır, insanca özlemler değil…”
Oruç Aruoba

Ilgıt Teyhani
5 Ara. 09