28 Ağustos 2010 Cumartesi

Zamanda Yolculuk


bir gün gelecek bu gün de
bir anı olacak nasılsa
oturduğumuz bu masa
bu kum saati, bu rüzgar,
bu eski komodin
bu kırık
sandalye
bu kelepir yürek
bu aşk
nasılsa


Behçet Aysan



Zamandan kopmuş hissindeyim ‘ne zamandır.’ Sorgulayıp öyle yargıladığım taşlarımı yokluyor hayat. “Toplum gözü”nün insanların üzerine sık sık dikildiği bu yerde, bakış açımı korumaya çalışıyorum. Normalde gözüme çarpmayanlara, şimdi kötü gözle bakmamaya... Değişsem bile kendim kalmaya…

Aynı masada oturduğum bir ‘üniversiteli’ye insanların ortak paydasının ne ‘olmadığına’ dair salt iki cümle söylerken, karşımda duvar varmış gibi gelmeyeli çok olmuştu… Kaç kişiler?

Sevgilisiyle elele yürüyen liseli gençler gözüme çarpmayalı da çok olmuştu. Gülümseyip memnuniyet duymak, bugünlereymiş. Kaç kişiler? Ne zamana büyürler?

Anılarıma, türlü duvarlara çarpmamak için anlatamadıklarımı da eklerken, bir gün özgürce anlatabilmeyi diliyorum. Ve en güzeli, düşümdekine yakın hayatların var olduğunu biliyorum.

Kaç kişiyiz?

Sevgiler, selamlar…

Ilgıt Teyhani
28.08.10

8 Ağustos 2010 Pazar

DediKodu 3


“Bir derviş varmış, deli olup olmadığını bilmiyoruz, kimi gün birinin yolunu çevirir, ‘Peki sen ne dersin?’ diye sorarmış. Boş verip geçmişler başlangıçta; fakat derviş sorusunda direndikçe kasabayı bir düşüncedir almış: Dervişin sorusunu bir yanıtlayan çıkmayacak mı? Ama bunu herkes yalnızken kendi kendine düşünürmüş, başkasına açmaya utanırmış. ‘Bilemedim’ demenin korkusu. Öyle ki dervişin sorusu ile karşılaşanlar, bunu gizlemeye başlamışlar artık, ‘bana bir şey sormadı’ diyorlarmış kahvede. ‘Hele bana sorsun da, bakın nasıl yanıtlarım’ diyenler de çıkmaya başlamış. Fakat zamanla bu sıkıntılı durum bir karabasan olmuş çıkmış. Dervişi öldürmüşler, neyi sorduğunu da unutmuşlar...”

Melih Cevdet Anday


Sokrates'i getirdi aklıma Melih Cevdet'in yukarıdaki satırları. Bu tarife uyanları sıralayacak olsak, sürekli bir yeni isim eklenebileceğinden, sonunu getirebilir miyiz bilmiyorum. Ve şu an, sonunu getirebilelim ister miyim istemez mi en çok onu bilmiyorum.

Düşünen, düşündüren kimsenin sonunun getirilmesine kaynaklık eden, işte tam da bunu başarabilmiş ya da başarmasına az kalmış olması. Katlin gerçekleşmesiyle olansa, artık yeni gelişmeler hakkındaki düşüncesini aktaramayacak olması. Fakat bakış açısına, tarih yazımı sayesinde sahibiz. Efsaneleştirilmesiniyse geçiyorum, zira daha yaşarken efsane olmasaydı, hedef o olmazdı.

Düşünce özgürlüğü yalnız yasalarca değil, ahlaken de desteklenirse, toplumca içimize işlerse, 'nefes kesici' kuramcıların nefesleri kesilmezse, zorunlu kılınan bir Düşünce Tarihi dersi ile, bakışımız biraz olsun kuvvetlendirilirse, bu katillerin sonunu getirebiliriz mesela, bu bir ihtimal.

Düşünce odaklı soru soranlar, artık sormaz olurlarsa, kimsenin aklına karpuz kabuğu düşmez olursa artık, o zaman da bu listenin sonunu getirebiliriz mesela, bu da en kötü ihtimal.

İyiye götüren ihtimallerimizin gerçekleşmesi dileklerimle...

Selamlar.

Ilgıt Teyhani
08.08.10

Gizli Öz'ne


Sol göğsünün altındaki o yara izini hatırlıyorum. Sormuştum ne izi olduğunu, “Yanık” demişti. Karın boşluğuna serili avuç içi büyüklüğünde bir yanığın öyküsü için oldukça kısa bir cevaptı. Küçüktüm ama biliyordum tepkilerinin ne manaya geldiğini, en hayranlıkla ve hevesle gözlemlediğimdi o, tanıyordum. Anılarını paylaşmayı normalde çok severdi, kimi zaman gülümseyerek anlatışına gözyaşları eşlik ederdi. Böyle durumlarda sesini biraz daha yükseltir, hafif kahkaha atar gibi konuşmaya çabalar, bastırmaya çalışırdı akanları. İlginç olsa anlatırdı, bu sefer konuşmasa daha iyiydi demek ki. Sormadım fazlasını.

Sonra, ‘konuşmasa daha iyi’lerini daha net kavradım. ‘Nedendi?’, ‘Nasıl oldu?’ dedikçe... Çalıştığı yerden de sorsam, özel bir yanıt vermekten kaçındığı noktalardı onlar. Detayını bilmediğinden değildi, insan anılarını bilmez mi? Yanıtları, aynı yoldan geçmiş herhangi birinden öğrenebileceklerimden ve hakkında yazılmış kitaplardan okuyabileceklerimden pek fazlası değildi. Çok okudum, çok şey izledim hakkında. Öyle bir zaman geldi ki, inanmak istemedim duyduklarıma, gördüklerime, yapılanlara. Bana anlatmak istemedikleri bunlarsa, bunları taşıyor olamazdı, ya da belki, dilerim olmasındı… Artık bir redde ihtiyaç duyuyordu ruhum. “Bunlar bunlar olmuş, öyle mi, orada mıymış, anlatıldığı gibi mi?” dedim, onu en yakından bilene. Konuşamadı, yutkundu, gözlerini kapatarak başıyla onayladı. Tekrar konuşmadık o konuda. Anlatılanların daha azı değildi yaşananlar…

Derken bir belgesel izlerken, döküldü gözlerimden, taşıdığım miras. “Hangisiydi acaba, şu mavi gömlekli olan mı, yoksa ellerini önünde kavuşturmuş olan mı?” anlamak için dikkat kesildiğim bir an, “Fark eder mi?” balyozu indiğinde beynime. Kalbim sıkıştı, ezildi desem, yeter mi tarifine?

İşte tam o esnada, o yara izini hiç unutmadığımı anladım. Ve anladım ki, ihtiyacım olan şey, tüm ayrıntıları bilmek değilmiş. Çünkü bazen susmak, soruyu boş bırakmak anlamına gelmezmiş. İhtiyaç duyduğumsa, gerçekliğinin tasdiki ya da reddi imiş, gerçekmiş.

Nazım’ın güzel dizelerini getirirken aklıma o yara izi, şimdilerde düşündüğüm, her ne ile ve nasıl yakıldı ise, yetmiş miydi karartmaya ‘sol memesinin altındaki cevahir’i…

Ilgıt Teyhani
08.08.10

7 Ağustos 2010 Cumartesi

DediKodu 2

Sanırım kitaba hevesli hemen herkes, edebiyatımızda edebî değeri yüksek eserlerin artışındaki azalmanın farkındadır. Klasiklerin yanısıra Türk ve dünya edebiyatının kült eserlerini okumaya alışmış, okuduğu eserde neyi bulmak istediğini kabaca bilen bünyeler, yeni kurulan edebiyatı(genel anlamıyla postmodernizmi) yadırgamadan edemedikçe, daha da uzağında kaldı, şu, çok satanların.

"Bir kitabı çok popülerken okuyamıyorum." ya da "Bir filmi çok popülerken izleyemiyorum." sorunsalı sanırım eski zamanlarda bu kadar güçlü değildi. Burnumuza burnumuza sokulan eserlerin birinde ikisinde beklediğimiz tadı bulmayışımız ve bulduğumuzun 'kolayına kaçılmışlık' oluşu-misal Elif Şafak'ın kendi kitaplarından alıntıladığı cümlelerden oluşan Kağıt Helva'sı-, bizi yeni 'sanat'tan soğuttukça soğuttu. -Elbette bu soğutmayı Elif Hanım tek başına ne kadar istese de başaramazdı...- Yani, sizin de farkında olduğunuz gibi, yazarın 'okutmak' değil, 'okunmak' için yazarlığa soyunuşunun keskinleştiği devirdeyiz, ne mutlu bize!

Not: Elif Şafak'ın bu bahsettiğim kitabı hakkında Ekşi'den bir alıntı yapayım: Büyük düşünür, büyük mutasavvıf ve Türk edebiyatında adeta bir mihenk taşı olan Elif Şafak'ın birbirinden değerli eserlerinden seçmeler sunduğu bir başucu kitabı.
Maalesef Fyodor Mihailoviç Dostoyevski'nin onunki kadar aklı olmadığı için, günümüzde The Best of Dostoyevski seçkisinden mahrumuz.


Tam da denk gelmişken "Peki bu süreci neye borçluyuz?"a kendimce yanıt olabilecek satırlara, dedikodumuzu beraber yapalım isterim.

(Sosyolog Şükrü Argın 1980 sonrası için konuşuyor): "Şeylerin oldukları şeyden başka bir şey olabilecekleri inancı yıkılmıştır bir kere. Kapitalizm sadece rakiplerinin değil, tarihin de markajından kurtulmuş ve kendisini doğallaştırmıştır. ‘Başka bir dünya’nın mümkün olduğu inancına yaslanamayan bir radikalizm nasıl mecalsiz kalırsa, ‘başka bir hayat’tan söz etmenin mümkün olduğu inancına yaslanamayan bir edebiyat da mecalsiz kalır. Dünya ya da hayat... Önemli olan sözcük bunlar değil. Önemli olan ‘başka’ sözcüğü. Radikal politika ile has edebiyatı aynı krizde buluşturan, yaşadığımız dünyada ve hayatta ‘başka’ sözcüğünün anlamını yitirmesidir. Şimdi ve burada olup biten şeylere bambaşka bir açıdan bakabileceğimiz bir noktaya yerleşememek... Bugünün meselesi bence bu.

Oysa, has edebiyatçılar geleceğe seslenen insanlardır. Onların okurları bile başkadır; hatta, namevcutturlar. Olsa olsa müstakbel okurlarından söz edilebilir. Çoğu günümüz yazarı gibi, hazır ve nazır bir okur kitleleri yoktur. Sözlerini önceden belirlenmiş okur profillerine isabet ettirmeye çalışmazlar. Daha açıkçası, Piyasa’ları yoktur; Tarih’e, yani belirsizliğe, boşluğa seslenirler. Kulakları bugünden değil, daha çok yarından gelecek yankılardadır."

...

"Bu dönüşümün en açık göstergesi, yayıncılığın bir sektör haline gelişidir. Caddelere bakan küçük kitabevlerinin yerini alışveriş merkezleri içine kapanmış büyük ‘bookstore’ların alması bu sürecin oldukça manidar göstergelerinden biri olarak alınabilir. Eskiden bir nevi ‘kanaat önderi’ gibi iş gören kitapçının yerini ‘tezgâhtar’a, ya da daha yerinde bir ifadeyle ‘satış elemanı’na bırakması basit bir dönüşüm değildi. Yayıncılığın, dolayısıyla edebiyatın üzerine nasıl bir ‘alev topu’nun düştüğünü görmek için, herhangi bir ‘bookstore’a uğrayıp oradaki raf dizaynına şöyle bir göz atmak bile yeterlidir. ‘Çok satanlar’, ‘yeni çıkanlar’ ve ‘diğerleri’... Bu üç temel kategori ‘eleştiri’ denen kurumun da çöküşüne işaret eder; şimdi belirleyici olan, edebiyatın ‘muhafız birlikleri’ değil, Piyasa’nın ‘taarruz birlikleri’dir.

Bu dönüşümün, yani piyasanın egemenliğinin bizi burada ilgilendiren en ciddi sonucu, ‘kamunun kategorizasyonu’dur, diyebiliriz. Geleneksel dilde ‘halk’ denen şeyi parçalayıp ondan kısmi müşteri profilleri oluşturmak ve dolayısıyla, ‘kamusal bilinç’ diyebileceğimiz şeyi hızla aşındırmak, giderek yok etmek, bence piyasanın en zararlı etkilerinden biri oldu."

...


"Edebiyat, ‘kamu’ya konuşmak, hatta ‘kamu’nun bu yönde hiçbir talebi yokken, belki de ‘kamu’ diye bir şey hiç ama hiç ortalıkta yokken bunu yapmak; en azından ‘müstakbel’ bir kamuya seslenmek, yani ‘kamu’ denen şeyin bizatihi kendisinde vücut bulmasına vesile olmayı göze almak demektir, diyeceğim ama; sorun da burada zaten. Zira edebiyat böyle bir bilince sahip görünmüyor artık.

Türk edebiyatı söz konusu olduğunda yukarıdaki cümledeki ‘artık’ bile yersiz bulunabilir. Edebiyatımızın ‘henüz’ bu aşamaya gelmediğini söylemek belki çok daha doğru olur. Zira yazarlarımız henüz -ve ne yazık ki hâlâ- kendilerinin ‘birey oluşları’ bilincine meftun haldeler, ağızlarından ya da kalemlerinden çıkan sözlerin döküldüğü kamusal mecradan habersiz gibiler. Daha da kötüsü, sözlerinin döküldüğü bu kamusal mecraya aldırış etmemeyi, kendi bireyselliklerinin gereği gibi sunmayı tercih eder gibidirler."


Dergi çıkarabilmek için-misal, Papirüs-, evindeki ofisindeki değer taşıyan malları satmak zorunda kalan, kalemi keskin gelince yerinden yurdundan edilen, atışmalarıyla değil eleştirileriyle edebiyat dünyasında konuşulan, şiirleri dilden dile elden ele dolaşan isimlerimiz, daha güzel yazıyorlardı belki, ve edebiyattaki bu 'kuruma' onların hüzünlü ölümlerinde değil, dayatılan çağda aranmalı belki, ne dersiniz?

Sevgiler, selâmlar...

Ilgıt Teyhani
07.08.10