22 Haziran 2010 Salı

Şike Var!

Günlerdir ardı ardına geliyor şehit haberleri, ağıt yakan ama metanet örneği de olan analar, babalar, kardeşler gösteriliyor, “Vatan sağolsun”lar bazı sayıklanıyor, bazı haykırılıyor. Gazeteciler, televizyoncular gününü geçirmeden konuk edip şehit yakınlarını, “Evladınız askerliğini bitirip gelebilseydi, neler yapacaktı, hayalleri nelerdi?” diye sorarak saçmalayabiliyor, “Şimdi hayal mi kaldı, yani, ne diyeyim ki benim içim yanıyor.” yanıtını alınca da “Evet sayın seyirciler, gördüğünüz gibi acılı ana babalarla beraberdik bugün” gibisinden ‘beyninin yüzde doksan dokuzunu aldıran adam’dan beter cümle kurabiliyor.

Neden artışa geçti terör olayları tartışıladursun bir yandan, son dakika haberleriyle bölünüyor yayınlar. Ve o denli tekrarlanıyor, öyle sündürülüp sakız ediliyor ki, bizim Sakin, “1 asker şehit oldu, 4 terörist öldürüldü” haberini okuyunca olayın sidik yarışına dönüştürülmesinde, maç skoruymuş gibi yansıtılmasında parmağı olanların bilumum uzuvları hakkında harika planlar yapıyor.

Şehit ölümleri dahil olmak üzere son birkaç aydır dinlediği tüm ölüm haberlerini düşünüp-beyin bedava!-, ve haydi sayı verelim tek seferde 30 madencinin ölümünün kimi baş sorumlularının, cinayet yerine dönen katil gibi, korumaları eşliğinde acı paylaşmaya gitmesini içine sindiremiyor.

Sonra aklına geliyor Ataol Behramoğlu’nun dizeleri:

ve cellat uyandı yatağında bir gece
“tanrım” dedi “bu ne zor bilmece
öldükçe çoğalıyor adamlar
ben tükenmekteyim öldürdükçe”


dizelerindeki cellat kime karşılık gelir, sayıya dökmeden, maç gibi seyretmeden , kaynağına, nerden ve neyden beslendiğine bakarak, hangisi çoğalan hangisi tükenen, düşünüyor…


Derken Kemal Sunal’ın Deli Deli Küpeli filmindeki unutulmaz repliği geliyor aklına, ‘cellat’ ve kaymakam, dizlerine kadar karın içindedirler, vurur cellat, vurur Yılanoğlu, ve kaymakam tekrar tekrar seslenir:

“Ben öldükçe çoğalırım Yılanoğlu!”

Ilgıt Teyhani
22.06.10

4 Haziran 2010 Cuma

"Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim"


2 haziranı 3 hazirana bağlayan gece, içimdeki ‘şair ölümü hüznü’, Nazım’a devretti yerini. Sanatı ve siyaseti üzerine düşündüm uzunca. Bir yerde adı geçtiğinde, duyulduğunda, genel anlamda Türkiye toplumunu rahatsız eden, kaş çattıran, anne karnındayken edinilmediği aşikar olan ama her nasılsa sorgulanıldığına inanılan, yahut da hiç sorgulanmadan hakkında yargılı olunan fikirleri,"Orda bir dur bakalım, ben karşıyım ona" dedirten kelimeleri ayıkladım zihnimde. ‘Rusya’ değil ama ‘Sovyet Rusya’ dedim, ‘sosyalist’ değil-o kadar- ama ‘komünist’ dedim… ‘Nazım’ dedim…

İleride ruhsal problemlere sebebiyet vermemek maksadıyla yeni doğmuş çocuğa ‘Satılmış’ adı konmasının yasaklandığı bir memlekette yaşayıp, "Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın / Yok edin insanın insana kulluğunu / Bu dâvet bizim..." diyen şairin başına gelenleri düşündüm, gözlemlerini en yerinde sözcüklerle sunması ve yurdunun yeniden yapılandırılabileceği ‘inancı’ uğruna ne bedeller ödediğini… Can Yücel’in bu bahsettiğim Davet şiirine yanıtı geldi aklıma…

Dörtnala gelip Uzak Asya'dan
Akdeniz’e bir kısrak başı gibi
Uzanan bu gayrımenkul
Bizim değil gayrı...


1951’de ‘vatan haini’ ilan edilerek vatandaşlıktan çıkarıldığı haberi, 2002’de resmi işlemlerin tamamlanmadığının anlaşılması üzerine bu sefer ‘resmen’ Türk vatandaşlığından çıkarılışı ve ölümünden 46 sene sonra, 2009’da tekrar ‘vatandaşlığa kabul edilişi’ geliyor aklıma, tarihsel bir bilgi olmanın ötesine geçerek...

İşte, bugünle beraber 47 yıl geçmiş aradan, Nazım şiir yazamayalı. Hani kimi isimler için “Öldürülmeseydi, asılmasaydı keşke de böyle sembol olmasaydı, kahraman kalmasaydı” deniyor ya, o sözün yersizliğinin kanıtıdır Nazım Hikmet’in 62’yi bulan yaşı ve kalp kriziyle sonlanan yaşamı.

“…
Sen şimdi yalnız saçımın akında,
enfarktında yüreğimin,
alnımın çizgilerindesin memleketim,
memleketim,
memleketim...”
Nazım Hikmet / YİNE MEMLEKETİM ÜZERİNE SÖYLENMİŞTİR şiirinden

Nazım Hikmet’in onulmaz memleket hasreti bir yana, “dürüstçe neyi dillendirdi bu adam” diyorum da, gizlisiz saklısız şiirleri çıkıyor karşıma, ona ayak direyenlere tokat gibi, açık, net, ‘benim çıkınımdaki taşlar işte bu gördüklerin’ diyen.

“…
Yaşamayı ciddiye alacaksın,
yani o derecede, öylesine ki,
mesela, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda,
yahut kocaman gözlüklerin,
beyaz gömleğinle bir laboratuarda
insanlar için ölebileceksin,
hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için,
hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken,
hem de en güzel en gerçek şeyin
yaşamak olduğunu bildiğin halde.
…”
Nazım Hikmet / YAŞAMAYA DAİR şiirinden

En güzel şeyin yaşamak olduğunu bilerek yaşamayı ölürcesine ciddiye almak, şu an bize ne kadar uzak geliyorsa, işte o kadar lekeli zihnimiz, ve tanımlı, at gözlüğüyle saçını arkaya attı sanan şahsın mutluluğu üzerinden…

"Türkiye’den ‘kaçmak’ mıydı çare, madem o kadar seviyordu memleketini, burada ölecekti" diyenleri zaten apayrı bir yana koyup, her tarafı ayna kaplı bir odaya buyrediyorum müsaadenizle. Zira kendileri aynı zamanda, ‘öldürülüp de kahramanlaşanların’ karşıtıdırlar, ki iki yolun da aynı yere vardığını görmez iken kendileriyle çelişirler. Üstüne üstlük "Adamların refah düzeyi ortada abi" diyerek, 'hazır gitmişken', bir başka memleketin geleceğine tuğla dizerek yaşlanan da, onlardır...

"Akrep gibisin kardeşim,
korkak bir karanlık içindesin akrep gibi.
Serçe gibisin kardeşim,
serçenin telaşı içindesin.
Midye gibisin kardeşim,
midye gibi kapalı, rahat.
Ve sönmüş bir yanardağ ağzı gibi korkunçsun, kardeşim.
Bir değil,
beş değil,
yüz milyonlarlasın maalesef.
Koyun gibisin kardeşim,
gocuklu celep kaldırınca sopasını
sürüye katılıverirsin hemen
ve âdeta mağrur, koşarsın salhaneye.
Dünyanın en tuhaf mahlukusun yani,
hani şu derya içre olup
deryayı bilmiyen balıktan da tuhaf.
Ve bu dünyada, bu zulüm
senin sayende.
Ve açsak, yorgunsak, alkan içindeysek eğer
ve hâlâ şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak
kabahat senin,
- demeğe de dilim varmıyor ama -
kabahatın çoğu senin, canım kardeşim!"


Son olarak söylemek istediğim, kendimce Nazım anmasını ölümünün ertesi gününe sarkıtmamı gerektiren geçen akşamki “Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim” oyununun ardından, oyuncuları ayakta alkışlarken aklıma gelen şey… Nazım’ın romanından uyarlanan ve iki saate yakın süre oynanan oyunun bitişinde, sahnede üç oyuncu ve on kadar sahne arkasında emeği geçmiş insan, elele tutuşmuş, seyirciye saygısını eğilerek sunarken, ve biz onları ayakta alkışlarken, onların karşısında bir de ben eğilmek ve teşekkürümü öylece sunmak istedim. Bunun topluca yapılması şu dövüş sporlarının birindeki karşılıklı selamlaşmayı canlandırdı gözümde ama, orada sanatçının mütevazılığını “Asıl biz teşekkür ederiz” der gibi karşılamak istedim. Nâzım, oradaydı... Sanatçının ve izleyicinin, okuyucunun, duyarlılığını yitirmediğini, yani sanatın yitmediğini görmek, oradaki herkesin umudu olmaya yeterdi.

Ve ben susayım artık, Nazım konuşsun, olanca kendiliğiyle…

"Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ.
Amerikan emperyalizminin yarı sömürgesiyiz dedi Hikmet.
Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ."
Bir Ankara gazetesinde çıktı bunlar, üç sütun üstüne, kapkara haykıran puntolarla,

bir Ankara gazetesinde, fotoğrafı yanında Amiral Vilyamson'un

66 santimetre karede gülüyor, ağzı kulaklarında, Amerikan amirali

Amerika, bütçemize 120 milyon lira hibe etti, 120 milyon lira.

"Amerikan emperyalizminin yarı sömürgesiyiz dedi Hikmet.
Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ."

Evet, vatan hainiyim, siz vatanperverseniz, siz yurtseverseniz,
ben yurt hainiyim, ben vatan hainiyim.
Vatan çiftliklerinizse,
kasalarınızın ve çek defterlerinizin içindekilerse vatan,
vatan, şose boylarında gebermekse açlıktan,
vatan, soğukta it gibi titremek ve sıtmadan kıvranmaksa yazın,
fabrikalarınızda al kanımızı içmekse vatan,
vatan tırnaklarıysa ağalarınızın,
vatan, mızraklı ilmühalse, vatan, polis copuysa,
ödeneklerinizse, maaşlarınızsa vatan,
vatan, Amerikan üsleri, Amerikan bombası,
Amerikan donanması, topuysa,
vatan, kurtulmamaksa kokmuş karanlığımızdan,
ben vatan hainiyim.
Yazın üç sütun üstüne kapkara haykıran puntolarla:

NÂZIM HİKMET VATAN HAİNLİĞİNE DEVAM EDİYOR, HÂLÂ!"


Saygılar, selamlar…

Ilgıt Teyhani
04.06.10

2 Haziran 2010 Çarşamba

Ahmed Arif'in Anısına Saygıyla

2 Haziran 1991'de evinde geçirdiği kalp krizi, Ahmed Abi'mizin aramızdan ayrılışının bahanesi olmuş. Dünyanın, insanlığın gören gözlerinden biri (ikisi), o gün kapanmış yani. Her şair ölümünün ardından duyduğum 'artık şiir yazamayacak olması' hüznünü duydum yeniden. Dizelerini kağıda dökmeden önce senelerce zihninde taşıyan bir şairdi, şiirini ancak tamam oldu mu kağıda dökerdi diye, en son hangi dizeler zihnindeydi de bize ulaşamadı kim bilir dedim... Sorgularda işkencelerde ağzından laf alınmasın için evinin ve nice dostunun telefonunu ezberlemeyen, yakınındakiler vasıtasıyla onlara ulaşan şairimiz, bir şiirlerini yük etmişti kendine ve onurla taşımıştı 'dört yanı puşt zulası' iken bile...

Hasan Hüseyin Korkmazgil'in Haziranda Ölmek Zor şiirini anımsadım. 3 Haziran 1963'te Nazım'ın, 2 Haziran 1970'te de Orhan Kemal'in kaybı üzerine 1976'da kaleme alınan şiir, 15 yıl sonra bir güçlü isme daha yarenlik edecekti demek...

Sonra Edip Cansever'in Ahmed Abi'siyle söyleşir gibi yazdığı Mendilimde Kan Sesleri şiiri geldi aklıma.

"Boynu bükük duruyorsam eğer
İçimden öyle geldiği için değil
Ama hiç değil
Ah güzel Ahmet abim benim
İnsan yaşadığı yere benzer
O yerin suyuna, o yerin toprağına benzer"
dediği,

"Gülemiyorsun ya, gülmek
Bir halk gülüyorsa gülmektir
Ne kadar benziyoruz Türkiye'ye Ahmet Abi."
diyişi sonra...

Rıfat Ilgaz'a yazdığı mektuba, ancak ölümünden sonra yanıt alışını hatırladım sonra.

"Sevgili Rıfat ağabey,

Halkımın, yurdumun büyük acısı, büyük hüznü, sonsuz sevinci ve yıkılması imkânsız onurusun. Büyük şair, büyük inanç adamı, büyük namus anıtı ve büyük ozansın.

Sana "Ağabey" diyebildiğim için mutluluk duyuyorum. Şunun şurasında bir ömrü, halkımızın ve insanlığın mutluluğu için bile bile, kahrolarak verdik gitti... Alnımız ak, yüreğimiz pırıl pırıl...

Merhaba Sevgili ağabey...

Ahmed Arif"


ve Rıfat Ilgaz'ın yanıtının altına kimbilir kaçımızın imzasının düşebileceğini düşünüp, bir selâm yolladım ta yürekten, Adiloş Bebe'nin dayısına...

"Sevgili Ozan Kardeşim, Ahmed Arif!
Son kere Yeşilköy'den seslenmişin bana!

Seni hep yeşillikler içinde düşünüyorum, anımsayınca...
"Bir ömrü, halkımızın ve insanlığın mutluluğu için bile bile kahrolarak" verdin! Alnın ak, yüreğin pırıl pırıl... Benim eşsiz, değerli kardeşim, içli, özgün şairim! Hoşça kal, solmaz tükenmez yeşillikler içinde! Unutmadık, unutmayacağız seni, halkımızın yaşadığı sürece. Yapıtların, anıların belleklerimizden silinmeyecek!

Sevgili kardeşim, bekle yeşillikler içinde beni!

Rıfat Ilgaz"


"...
Dayan kitap ile
Dayan iş ile.
Tırnak ile, diş ile,
Umut ile, sevda ile, düş ile
Dayan rüsva etme beni.

Gör, nasıl yeniden yaratılırım,
Namuslu, genç ellerinle.
Kızlarım,
Oğullarım var gelecekte,
Herbiri vazgeçilmez cihan parçası.
Kaç bin yıllık hasretimin koncası,
Gözlerinden,
Gözlerinden öperim,
Bir umudum sende,
Anlıyor musun?"

Ahmed Arif / ANADOLU şiirinden


Ilgıt Teyhani
02.06.10

Hatır, Gönül İşi

“Hatrından çıkaramadıkların değil, unuttuklarınsın.” demiştim bir arkadaşıma. Bizi en derinden etkileyen olaylara dair ayrıntıların kaybolması, beynimizin savunma mekanizmasıydı çünkü. Hatırlarsak azaptan yaşayamazdık ve doğa yaşayarak ölmemizden yanaydı çünkü. Şimdilerdeyse yeniden gözden geçiriyorum 'hatırladıklarımız’ mı yoksa ‘unuttuklarımız’ mı olduğumuzu.

Birey bazında ‘unuttuklarımız’ olduğumuz görüşündeyim halâ, çünkü bizi üzen ya da cesaret veren ne varsa hatırladığımız, hatırlıyorsak eğer bir hamle yapmamız gerektiğinde elimizi ayağımızı bağlayan ya da bizi yerimizde durdurmayan şeyi, ona karşı koymak da elimizde demektir. “Bir seferinde yine bunu yapmıştım da şu gelmişti başıma”mız varsa eğer, o şeyi yapmak ya da yapmamak arasında tutarlı bir akıl yürütebiliriz. İnatlaşabiliriz bu sayede, kendimizle, ancak hatırlıyorsak eğer, hangi yaşanmışlığın ya da yaşanmamışlığın etkisinde olduğumuzu.

(İyi) hatırlamadığımız ama bir zamanlar çok etkisinde kaldığımız bir deneyim söz konusu ise, ayrıntılar öyle silikleşmiştir ki, düşünüp de üzülmemek uğruna öyle arkalara itmiş, çağrışımları öyle engellemişizdir ki, bütün benzer vakalar birbirinden bağımsız hal alır. Neden sonuç ilişkisinden kopmuşuzdur, tutarlı öngörülerde bulunamayız. Dejavudur yaşadığımız ‘yeni’ ne varsa, bir yerlerden tanıdıktır bu olanlar ama netleşemeyiz bir türlü. Daha evvel hangi mantıksal dayanıklarımız sebep olduysa o hataya düşmemize, farkında olmadan yine aynı basamakları izleyip yine aynı sonuca varırız. Haliyle başımıza gelenler, unuttuklarımızdan beslenir ve sonunda yaşamımızı ele geçirir.

Toplum bazında ise, hangisi olduğumuzu bu son günlerde daha çok düşündüm işte. Aklıma sürekli Uğur Mumcu’nun bir köşe yazısında “Biz unutkan bir ulusuz. Olanları bitenleri çabuk unuturuz. Bugün yarın kanlı olaylar için yas tutarız, sonra, daha önceki olaylar gibi bu son kanlı olay da unutulur.” dediği geldi, kim bilir hangi kanlı olay için söylemişti bunları dedim, unutmamızdan korktum. “Değiliz işte, bak neleri unutmadık bunları da unutmayacağız” diyebilmek istedim, bilemedim.

Yalnız bu son İsrail olayına odaklanmadan-kesinlikle önemini yadsımaktan değil-, bu yazının genelleyici ruhuna yaraşır şekilde tüm hatrımızdakileri gözden geçirelim. Sen unutmadın, ben unutmadım ya peki kim unuttu devletlerin hain oyunlarını?

“Hatırlıyorum arkadaş, yaptığın katliamları, silahsız sivillere nicedir işkencedesin biliyorum, oyunlarına alet olmadılar başkalarını da etmeyecekler diye içeri tıktıklarını, yakıp yıktıklarını, öldürdüğün süründürdüğün susturduğun aydınlarımı, ‘asmayıp da beslediklerin’ kaldıysa eğer-ki kaldı- hepsini hatırlıyorum. Tarihi kendi fikrince yazdırdın, karalamaya yeltendin genç dimağlarımızı da ondan bu ‘unutkanlık’, ondan, bu dünyayı yadsımak, sürekli bir ayak uydurma çabası, senden gelen derdi buyredip ‘kendi’ derdimizde boğulduğumuz ondan, biliyorum. ‘Senden her şey beklenir’ diyemeyeceğim çirkinlikteyken sen, yaptıklarına alışamamak, normal karşılamamak ve tepkili kalmak için zorluyorum kendimi, güzeli unutmamak için… Unuttuklarım, sıradanlaştırdıklarım kuşatmasın diye çevremi, senden öğrendiğim sınava hazırlanma taktiklerini hayatıma işledim, sınavını verebilmek için… Okuyor, dinliyor, yazıyor, anlatıyorum… Sınıftan mı atarsın, tek ayak üstünde mi bekletirsin, sıfır mı verirsin, tutar yine ‘hak etti o’ mu dersin? Bir gün gel, neleri hak ettiğimizi karşılaştıralım, ama yenen, yiyen olsun bu sefer…” diyor bizim mahallenin Sakin’lerinden biri…

Sakin’le konuştum, hepinize selâmı var. “Ilgıt bi git başımdan, sınavlarına mı hazırlanıyorsun ne yaparsan yap, işim gücüm var” dediyse de başta, hatırlama taktiklerinden biri diye olsa gerek, yazıp yollamış bu satırları. Bu çocuk hiç sakinleşmeyecek galiba, adıyla tezat hislerle ömür geçirmek güzel olsa gerek…

Demem o ki, hayali kurulası, ‘uyuşup’ da unutulmayası, anılası, anlatılası güzelliklerin gerçek olması, yatağında çarşafının altına saklı mercimek tanesinden rahatsız olup uykusu bölünen prensesin rüyamıza girmesi ve hayra yorulması dileğiyle…

Ilgıt Teyhani
02.06.10