“Başarılı bir
öğrenci” olarak geldiğim okuldan, bildiğimiz anlamda “başarılı”
olmayabileceğimi de defalarca görmüş ve artık
öğrenmiş halimle mezun oluyorum-sanırım-. Başarıya koşullanmış bir nesil
yetişti madem, neslimizdeki her gencin bu ve benzerlerini bir gün yaşamasını,
toplumdaki narsist ve egoistlerin bitmesini ne kadar istiyorsam, o kadar içten
temenni ediyorum. Başarının bu demek olmadığı dünyayı kurduğumuzda ise, bu
temennim bir anı olacak sadece. Onu diliyorum.
Bitirme projesi
için konu seçtiğimde, aylarca hayatımın fonunda olacağı gerçeğiyle sevdiğim bir
konuda olmasının heyecanıyla başlamıştı son dönem. Şimdi sonuna geldiğimde, bu
konunun benim için eskisi gibi heyecan verici olmadığını, dahası ondan
bıktığımı görüyorum ve “sevdiğiniz işi yapın” goygoyu yapanları sessizliğe
davet ediyorum. İşi sevmek diye bir şey ancak gerçekten içinde olmak istediğimiz
bir uğraşla mümkün olsa gerek, ondan da geçimimizi sağlayacak parayı
kazanamıyoruz genelde. İşini tutkuyla yapanlar başarılı olurmuş. Peh... Kimin
işini tutkuyla yapıyorsun derler adama.
Okulu uzatmanın
keyfi, okulunu uzatan diğer arkadaşlarla çıkarmış. Birbirimizi itekleye
itekleye mezun etme çabası, bizi rekabete iten çan eğrisini beraber ders
çalışarak doğrultmak... Bu sınırı aşabildiğimizde ise işte, "Sonrası iyilik güzellik..." “Bunu başarmak için okulu uzatmamız şart mıydı yani”
diyor insan... Bu cümledeki üzüntü okulu uzatmaktan değil, bize aşılanan,
aşılanmaya çalışılan hislerden geliyor.
Zorunlu gitmem
gereken, yoklama alınan hangi ders varsa, o hocayı eksilerle hatırladığımı fark
ettim sonra. Karşısında başka derslere çalışan, cep telefonuyla internette gezinen,
oyun oynayan, uyuyan öğrenciler olmasına nasıl dayanabiliyor’u çok sorguladım. Ben
bunu fark ettiğim ilk 5 dakikada o dersi bitirirdim, artık yoklama almayacağımı
bildirir, ders anlatma stilimi geliştirmek üzerine çalışırdım. İnsanın kendine
saygısı bunu gerektirir bence. Tabi tüm bunlar, öğretim görevlilerinin
üniversitede bulunma amaçlarından birinin de öğretmek olduğu varsayımıyla
geçerli.
‘Üniversite’nin
bana düşündürdüklerinden, genele bakarsak, üniversitenin, her görüşten insanın
kardeşçe yaşamayı öğrendiği yer olması iyimser bir yaklaşımdan öte bir şey
değil. Üniversite, insanın “özgür” olmasının bedelini, tutsaklığın sınırlarını
zorlayanların ödediğinin ayrımına varıldığı yerdir. Çünkü “Anlatılan senin
hikayendir.” Bu aydınlanmayı yaratmada payı yoksa da, salt derslikleri olan bir
öğretim kurumudur işte. Bazen bir mahalle okulu, üniversiteden çok daha fazla
şey kazandırabilir insana.
Üniversiteyi
gözümde büyütmek ve onu oluşturan parçalardan çok şey beklemek de değil burada bahsettiklerim ve bahsedeceklerim. Akranlarımız için “Nerede okudun?” sorusunun karşılığı giderek
bütünüyle üniversiteye dönüşüyorsa, üniversitenin öğretim kurumu olmaktan öte
bir anlamı olsa gerek zaten.
Sosyal medyanın
ve televizyonun temel eğlencelerinden birini sokak röportajları oluştururken “Eşcinsellik
engellensin mi?” videosu olsun, benzeri bir sürü soru olsun, “Bunu söyleyen de
üniversite öğrencisi işte” diye ayıplanıyorsa, bunda o kişinin olduğu kadar,
ona o bilgiyi vermeyenin de kabahati vardır. Yani atasözümüzü güncellersek,
bilmemek değil, öğrenmemek de, öğretmemek de ayıptır. “Lise müfredatından bozma
dersleriyle, hoşgeldiniz üniversitemize” ile buraya kadar oluyor. Ne verdin de
ne bekliyorsun?
Geçim
koşullarının bu denli hayat belirleyeni olduğu, köşeyi bir şekilde dönmenin
şartlandırıldığı bir ülkede, öğretim görevlisiyle ve öğrencisiyle tablonun bu olması
şaşırtıcı değil zaten. Şaşırıyorum yine de...
Beni ben yaptığını düşündüğüm anılardan birini, ilkokuldayken yaşamıştım. Adana merkezde bir mahalle ilkokulundaydım. Sınıf öğretmenimiz hırs aşılamayı felaket bilen bir kadındı. Tahtaya yazılan soruyu defterinde ilk çözenler hocanın masasına koşar sıra olurdu. İlk çözenin defterine ay yıldız, ikinciye iki yıldız, üçüncüye ise tek yıldız çizerdi-sonra sayar yarıştırırdık onları-. Onun için 3 kişi o masada sıra olduğunda, gerisinin tek beklediği, o üç kişiden birinin çözümünün yanlış olması ve defteri kapıp masaya koşturacak olmaktı. “Avını dikkatle izleyen minik kaplan...” İşte bu ve benzeri beyin yıkamalara tabi tutulurken biz, sınavlar benim için başarımı göstermenin bir yoluydu sadece. Alıştırılmıştık, giriyorduk çıkıyorduk işte. Devlet parasız yatılı sınavlarına girecekti pek çok arkadaşım. Kimsenin yatılı okuyacağı yoktu, burs içindi. Babama benim de girmek istediğimi söylediğimde “O paraya bizden daha çok ihtiyacı olanlar var kızım” demişti. Demek ki zaten yapabileceğim bir sınavdı... Ama “O paraya bizden daha çok ihtiyacı olanlar...” vardı. “O paraya bizden daha çok ihtiyacı olanlar...” Annemden iş dönüşü, o da sorarsa, sadece halley isteyen bir çocuktum ben, istemeye pahalı olduğunu bildiğim için zaten yeltenmediğim ve hiç sahip olmadığım oyuncaklarla... “Bizden daha çok ihtiyacı olanlar...”
İşte bunu bizden
almaya çalıştıklarını gördüm, en çok da üniversitedeyken...
Toparlarsak,
benim bu geçen senelerden anladığım,
üniversite
günümüzde olsa olsa, üstüne malı mülkü olanın da, zaman yaratamadığı için
ailesinden utanarak para alanın da, geçimini sağlamak için kısıtlı zamanında çalışanın
da yanyana okuduğu ama farklı yurtlarda yaşadığı yerdir. Çünkü Türkiye, üstüne malı mülkü yatı katı olanın
da, geçimini zor sağlayanın da “yanyana” yaşadığı yerdir. Şimdilik...
Bir kere de anlatmak istediğin şeyi kötü yaz, dişimi kıracağım. Bir kere de yaptığın tespiti eleştirebileyim, hayır arkadaş öyle değil o bi kere, diyebileyim, ağzımı burnumu dağıtacağım. ;)
YanıtlaSilİnsan "Bizden daha çok ihtiyacı olanlar"ın olduğunu düşündüğünde, "Ben" demediğinde ancak bahtiyar olabileceğiz.Güzel olmuş;)
YanıtlaSilPlay Baccarat - the Game of Baccarat at WI. - UrbanGravel
YanıtlaSilThe concept of playing Baccarat 1xbet korean is very straightforward, just septcasino play the game of Baccarat and it's still possible to win big. You win the bet and 바카라 사이트